22 yıllık hemşire Eylem Değirmenci'yle, kadın ve anne olmayı, mesleğini ve pandemiyi konuştuk...

 

"Annelik becerilerimizi mesleğimize uygulamamız bekleniyor"

 

22 yıllık hemşire Eylem Değirmenci, Antalya'da bir hastanede çalışıyor. Kadın ve anne olmanın, tek başına çocuk yetiştirmenin yanında, hemşire olarak çalışan Değirmenci'yle mesleğinin zorluklarını, toplumun hemşireliğe bakışını, sağlık sisteminin bir parçası olmanın zorluklarını, pandemi döneminde hastanelerde çalışmayı konuştuk.

Söyleşi: Selgin Zırhlı Kaplan

Kendinizi tanıtır mısınız?

İsmim Eylem Değirmenci. 1979 Antalya doğumluyum.  22 yıldır hemşirelik yapıyorum. İlk  devlet memuru olarak atandım. Hiç özel şirkette çalışmışlığım

 

Hemşireliğe nerede başladınız?

Eskişehir'in dağ köylerinde   başladım, sağlık ocakları, merkez sağlık ocakları, Eskişehir hastanesi ve 17 yıl sonra Antalya'ya atandım.

 

Evlimisiniz, çocuğunuz var mı?

12 yaşında bir kızım var. 2003'te yaptığım evlilikten 2008 yılında dünyaya geldi ve 2009'da eşimle yollarımızı ayırdık. Kızım henüz altı aylıktı.

 

Evlendikten beş yıl sonra dünyaya gelmiş kızınız.

Daha önce bir hamileliğim olmuştu, 32 haftalıkken kaybettim. "Preeklampsi hellp" nedeniyle yoğun bakım süreçlerim oldu, hayatımı da tehdit eden bir süreçti. Ondan üç yıl sonra kızıma hamile kaldım. Zor bir hamilelik oldu, erken doğdu. Şu anda 12 yaşında.

 

Kızınızı büyütürken yardım aldınız mı? Zor bir dönem miydi?

Zor oldu aslında. Meslek icabı çalışma şartlarımız diğer branşlara göre esnek değil, öğle arası kavramımız yok. Sekizde işbaşı, beşte mesai bitince evine gelmek zorunda kalıyorsun. İlk iki yıl annemden biraz destek aldım. Çok küçüktü, bilmediğiniz bir şehirdesiniz. Üç yaşında kreşe başladı.

 

Nasıl bir çocuktu ?

Alerjik bir çocuktu. Altı yaşında geniz eti ameliyatı oldu. Onun dışında hiç sorun yaşamadım. Çok uslu bir bebeklik geçirdi. Akşam dokuzda yatıp sabah altıda uyanıyordu. Emzirme dışında asla uyanmıyordu. Eve çok yorgun geliyordum, o süreçte kızım da sanki halimden anlıyormuş gibi, "ben de sana bu şekilde destek oluyorum" diyormuş gibi.

 

Babasıyla görüşüyor mu?

İki yaşından itibaren babasına yatılı gitmeye başladı. İlk gittiğinde emziriyordum, göndermeye başlayınca bıraktım. İlk defa iki yaşındayken, bir yaz tatilinde 30 gün boyunca babasında kaldı. Bayağı zor gelmişti çünkü küçük bir bebekti daha, endişelendim, kendini ifade edebilir mi, derdini söyleyebilir mi? Telefonla konuşuyorduk sürekli.

Babası da babaanne ve haladan destek alıyordu. Yatılı olduğunda genellikle babaanneye gitti. O süreci onları tanıyarak geçirmiş oldu. İki yaşındaki bir çocuk için babanın verebileceği destek, manevi destek önemli elbette, yanında olması, ama altının bezi, beslenmesi, banyosu... Sevgiyi hissettiriyorsunuz ama bir de fiziksel ihtiyaçları var. O ihtiyaçların da karşılanması gerekiyor.

Aynı evdeyseniz bunlar zaten bilinen şeyler, kendiliğinden işleyen bir süreç, ama birden kucağına bir çocuk alıyor, elbette kendi çocuğu, ama yardım alıyor, başka bir kadından, anneden, abladan... Kızımın yaz tatilleri, bayram tatilleri, ara tatilleri bu şekilde geçiyor.

 

Her yönden zor bir süreç olmuş sizin için.

Zor muydu, evet. Zaten meslek icabı biraz yıpratıcı bir işteyiz. Uğraştığınız işin malzemesi insan olunca, insanları memnun etmek zaten çok zor, hastalık işin içine girdiğinde, hasta bir insanın psikolojisiyle uğraşmak daha da sıkıntılı bir iş.

Mesleğin getirdiği zorluklara evdeki zor olan yaşam koşulları eklendiğinde, hem hasta memnuniyeti, hem doktorlarla çalışıyorsunuz çoğu yerde amiriniz konumundalar, sağlık sisteminde ekip anlayışı çok oturmadığı için amir var, hasta memnuniyeti var, üstüne bir de evde sizi bekleyen bir çocuk... Kadınlar için hemşirelik öyle biçilmiş kaftan, çok uygun bir işmiş gibi görünse de aslında bence biraz yakıştırma şuradan geliyor: Bebek bakımını biliyoruz, ev işlerini biliyoruz, hastaya da çok iyi bakabiliriz, çok iyi ilgilenebiliriz, yaklaşımımız daha farklı, o yüzden kadın mesleği gibi görülüyor. Annelik becerilerimizi mesleğimize uygulamamız bekleniyor.

 

Öyle mi peki sizce?

Değil. Bu meslek, tamamen profesyonel olarak icra edilmesi gereken bir şey. Diğer tarafta kendi canınız, yavrunuz, bakımı, emzirmesi, sütü, beslenmesi...

Bir de kadın olarak kendiniz varsınız. O hiç sayılmıyor, böyle bir şey yokmuş gibi. Evet çocuk dünyaya getirdim, ama daha kaç yaşındayım, yirmibeş yirmialtı yaşındayım, bilemediniz yirmiyedi.

Bir kadın için bir çok şekilde hayatı çözmüş, mesleğe başlamış, yavaş yavaş ekonomik olarak para kazanmış, belki birtakım ihtiyaçlarını kendi başına karşılayacak ya da kendisi adına bir şey yapacak zamanlardayız.

Bir de şu var, çocuğa baktım, işe gittim, annemi gördüm değil, kendim varım, benim eğitim olarak ihtiyaçlarım var, mutlu olmaya ihtiyacım var, neleri severim... Gezmeye ihtiyacım var, kendimi şımartmaya ihtiyacım var aslında. Bunu bir kadın olarak ne kadar yapıyoruz?

Hep şunu söylerim, genel olarak kendimi seviyorum, işimi çok seviyor muyum, önemli değil, ama bu işi yapıyorsam, en iyi şekilde yapmalıyım.

Ben bu işten para kazanıyorum. Hayatımı, düzenimi bu iş üzerine kurduysam, bu işi en iyi şekilde yapmalıyım diye düşünüyorum.

 

Neden hemşireliği seçtiniz?

Antalya bölgesinde yaşayanlar bilir, genelde tarlada çalışılır, çapada çalışılır, tek bir şansınız var, okumak. Bir an önce meslek sahibi olup gitmek istersiniz. İki kardeşiz, annem sürekli dışarıda çalışan bir kadın olunca, bir an önce gideyim kendimi kurtarayım dedim. Annem ev hanımıydı, ama bahçede tarlada da çalışırdı yevmiyeli olarak. Babamın düzenli bir işi vardı ama ekonomik kaygılar daha fazlaydı, paranın hiçbir değeri yoktu. Alım gücümüz o kadar düşüktü ki, çok iyi hatırlıyorum babamın bir buzdolabını alması için bir kaç ay maaşını kenara koyması, aylarca taksit ödemesi gerekiyordu. Şu anda bir maaşınızla en kötü buzdolabını da olsa alabiliyorsunuz. O yüzden kısa yoldan meslek sahibi olmak gerekiyordu.

Okumak için  ayrıldınız yani  evden.

Evet, yatılı okula giderek ayrıldım. Yatılı okulu Mersin ve Antalya'da, üniversiteyi de Eskişehir'de okudum, Eskişehir'de de eşimle tanıştım ve evlendim. 17 yıl Eskişehir'de kaldım. Mersin Sağlık Meslek'te 1.5 yıl, Antalya Sağlık Meslek'te 2.5 yıl olmak üzere toplam 4 yıl yatılı okudum.

Öğrencilik hayatınız nasıl geçti?

Mersin'de okuduğum yerden maceralı bir ayrılış sürecim oldu. Öğrencilikte, ismimin Eylem olması sebebiyle gerek iş hayatımda, gerek yolda, sokakta, bir çok yerde sıkıntılar yaşadım. O zaman da çok sevdiğim bir dersin öğretmeni, sınıfta tanışma esnasında adımın Eylem olduğunu öğrendiğinde "Ben senin isminden babanın geçmişini geleceğini okuyorum." şeklinde bir cümle kurmuştu. Lise 1'deyim henüz, çok genciz, toyuz, ben de onun söylediğine benzer şekilde bir cevap verdim. Sonrasında, o derste, parmak kaldırıyorum, söz vermiyor, yazılı kağıtlarıma çok düşük notlar veriyor. İşin kurtuluşu olmayınca şöyle bir şey yaptım, arkadaşımı ayarladım, aynı yazılı kağıdını vereceğiz notları karşılaştıracağız dedim. Sadece isimlerimizi farklı yazdık, ona 95 verdi, bana 35. Sağlık meslek diye bir okulda, millet farmakoloji, anatomi çalışırken, ben haldır haldır dilbilgisi, Türkçe çalışıyorum. Çünkü bütünlemeye bırakacak, belli. Bunları şimdi gülerek anlatıyorum, ama o dönemde 13-14 yaşında bir öğrenci için ciddi bir travma, ciddi bir baskı aslında bunlar. İsmimi koyan babamın ismime kattığı anlamı sağlık meslek okulunda öğrendim.

Eskişehir'den de söz edin biraz anlatmışken...

Kısa zamanda meslek sahibi olmaya çalışırken kısa zamanda evlenmiş olduk. Ama hep söylediğim bir şey var, bir memurun yaşayabileceği en güzel şehirlerden birisi Eskişehir. Çok güzel günlerim geçti, kırklı yaşlardayım, insana yapılacak yatırımın hayatta yapılacak en güzel yatırım olduğunu düşünüyorum. O zaman oradaki arkadaşlıklarım, etrafımdaki insanlar oradaki tüm zor sürecimde bana kanatlarını açtılar. İnanılmaz güçlü hissediyordum, hep diyorlar, nasıl başa çıktın, çocuk, iş, okul... Bir de memleketiniz olmayan bir şehir.

Boşanmalarla ilgili şöyle düşünüyorum, evlilik ne kadar normal bir şeyse ve iki kişi karar veriyorsa, boşanma da öyle. Hiçbir zaman çocuk için evliliği devam ettirmeyi düşünmedim. Bir insan gitmek istiyorum diyorsa yapabileceğiniz tek şey var, sorgulayabilirsiniz, deneyebilirsiniz, süreci değerlendirebilirsiniz. Ben bunların hepsini yaptım. Kendi adıma yapabileceğim her şeyi yaptım. Şu anda keşkem yok, bunu söyleyebilirim.

 

Her şeyi denedim diyorsunuz...

Evet. Devam etsin diye de denedim. Sadece eşimin suçu diyemem, eminim benim de düzeltmem gereken yerler vardır. Genel olarak biz kadınlar, erkeklerin hayatını daha kolay kılıyoruz. Bizim evimizde de öyleydi, erkek kardeşim var, hayatı daha kolay. Babam çalışıyor ama, onların zorluklar karşısında pes etmeleri daha kolay oluyor. Kadınlar biraz daha farklı. Evinizde, daha genç kızken bile yemeği yapıyorsunuz, misafire çay koyuyorsunuz, eve geleni ağırlıyorsunuz, yatakları çarşafları her şeyi siz yapıyorsunuz. Erkek o arada farklı bir yerde. Ne yapıyor, en fazla onlarla sohbet ediyor, markete gidiyor, ekmek alıyor, ama siz hep işin üretim kısmında, çalışılan kısmındasınız. Dolayısıyla zorluklara daha alışkınsınız. Tecrübe var, yaşanmışlık var, çıkış yolu bulabiliyorsunuz. Eşime de belki her şey zor geldi, ağır geldi, öyle olduğunu düşünüyorum. Belki de aradığı insan ben değildim, öyle de olabilir, bunu çok normal karşılıyorum. Şu da olabilir, bence insanların güçlü kadınlara tahammülü yok. Ben güçlü bir kadınım ve güçlü kadınları seviyorum.

Güçlü kadın nedir sizce?

Güçlü kadın nedir? Ne istediğini bilen kadındır. Ben ne yiyeceğimi bilirim, nereye gideceğimi bilirim, ne yapmak istediğimi biliyorum, çocuk büyütüyorum, anneyim, çalışıyorum, annemin babamın kızıyım, kardeşimin ablasıyım, kızımın annesiyim, işyerinde başka bir şeyim, bir sürü rolüm var aslında. Kadın olarak farklı farklı, her yere başka bir kimlikle gidiyorsunuz. Ayrı kıyafet giyiyorsunuz. Bu herkesin yapabileceği bir şey değil normalde. Kimisi annelik kıyafetini giyerken işi aksıyor, kimisi işini yaparken anneliği aksatıyor, ben kendi adıma hepsini çok iyi götürdüğümü düşünüyorum. En azından çevremdekiler öyle söylüyor. O konuda bunun istemekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Hayatımız ne zaman nerede bitecek bilemeyiz, ama yaşarken iyi yaşamak lazım, iyi zaman geçirmek lazım, kaliteli yaşamak lazım.

Eskişehir'de edindiğim dostluklar, arkadaşlıklarım o zamanı bana çok anlamlı, yaşanılır kıldılar. Şimdi arkamı döndüğüm zaman ne kadar güzel bir yatırım yapmışım diyorum. Çünkü sizi elinizden tutup kaldıracak olan ne bankanızdaki paranız, ne şuradaki üç kat beş kat eviniz, mutlaka bir insan eli oluyor yine.

Ben aile konusunda da çok şanslıydım. Aile olarak birbirimize çok bağlıyız. O süreçte çocuğa bakarken annemin gelmesi, babamın yalnız kalması, kızımın emin ellerde büyümesi, o çok önemli bir şey. Bir kadın olarak, çalışan olarak, anne olarak isterseniz mutlaka yapabilirsiniz.

İstememize rağmen yapamadığımız şeyler yok mu, tabii ki vardır, biraz paramız azdır, evimiz yoktur, arabamız yoktur, ama genel olarak hayat açısından istersek her şeyi yapabiliriz.

Hemşireliği anlatın biraz...

Hemşireliğe aslında her yönden bakmak lazım. İşyerinizdeki amiriniz gözünden baktığınız zaman 'benim yapamadığım her işi yapsın' diyen bir sistem içerisindeki hemşirelik; hasta gözünden baktığınız zaman 'gelsin güler yüz göstersin, bir iğne yaptığı zaman tüm acılarımı dindirsin, dokunduğu an her şey iyileşsin" diyen, sihirli güçlerimizin, sihirli değneğimizin olduğu düşünülen bir meslek grubu. Çevrenizdekilerin sürekli şu randevumu halleder misin, şu işim var yardım eder misin diyebildikleri bir meslek. Bize geldiği zaman ise sürekli ayakta durulan, ayakta icra edilen, masa başı gibi iş düşünülmeyen, hem bedenen hem manevi olarak yıpratıcı bir meslek. Doyum noktaları ne, insanların iyileşmesi, tedavi olması, sağlıkla ayrılması, manevi olarak doyum noktası var belki, ama bir kadın için oldukça yıpratıcı bir meslek?

Ne bakımdan yıptarıcı bir meslek olduğunu düşünüyorsunuz?

Öncelikle nöbet sistemi var. Herkes evinde uyurken siz gece çalışıyorsunuz. 16 saat nöbetler var, 24 saat nöbetler var. Bayramlarda herkes 9-10 gün tatil ya da 4 gün tatil için bir yere gidiyor, siz nöbet derdine düşüyorsunuz. Mutlaka bir bayramda çalışırsınız. Eğer 9 günse iki bayramda da çalışırsınız. O yüzden hemşire grubu 9 gün bayram tatillerini sevmez. İnsanlar evinde, tatilde, bayramda, ama siz çalışıyorsunuz.

Tüm hemşireler böyle mi çalışıyor?

Herhangi bir kronik rahatsızlığınız yoksa, devamlı gördüğünüz bir tedavi yoksa, mutlaka nöbet tutmak zorundasınız. Pek çok meslekte masa başı bir işiniz vardır, masanız, bilgisayarınız bellidir, ama bizde öyle değil. Bugün bu servistesiniz, yarın başka bir serviste olabilirsiniz.

 

Bir serviste çalışmak için o  konuda uzmanlaşma gerekmiyor mu?

Bir servise adaptasyon süresi maksimum altı aydır, o da ameliyathane ve yoğun bakımlarda. Bir servise yeni gelenleri eğer devlet memuru değilse, birinci ayın sonunda nöbete koyarız, nöbet tutmaya başlar.

 

Neye göre değiştiriliyor servisler?

Mesela ben herhangi bir serviste çalışıyorum, daha önce başıma gelmişti, başka servise gönderildim. Benim isteğim dışında yerim değişebilir. Bu tamamen idarenin insiyatifine bağlıdır. Başındaki sorumlu başhemşire de karar verebilir. Çünkü ne yapacağınız bellidir, doktor talimatını verilir siz uygulamakla görevlisiniz. Okuldan mezun olduğunuzda bunu uygulamaya yetkilisinizdir. Artık belgeniz var ve bunu yapabilirsiniz.

Hizmet içi eğitim bu noktada çok önemli, adaptasyon eğitimi, rotasyon eğitimi, ne isim verilirse. Bu eğitimlerin biraz daha işlevsel hale gelmesi gerekiyor. Mesele sadece gideceğiniz serviste tedavi uygulamak değil aslında. Psikolojiniz de önemli. Acilde çalışırken birden dahiliye servisine gidiyorsunuz. Portföy çok değişiyor, acilde her türlü hasta gelebilir, ama dahiliyeye genelde altmış beş yaş üstü, kronik rahatsızlığı olanlar; göğüs servisine geçtiğinizde, hırıltılı, solunumu sorunlu olan hastalar; sirkülasyon tamamen değişiyor.

Hizmet içi eğitim adı altında seminerler oluyor ama benim kastettiğim, rotasyon süresi veya hizmet içi eğitimler daha uzun süreli olabilir.

 

Ne kadar sürüyor eğitimler?

Yirmi gün gibi bir süre düşünülüyor bir serviste. Sorular soruluyor, şunu biliyor musun, bunu biliyor musun... Uygulamada şunları yapabiliyor musun, şeklinde. Mesleğimde 22 yılı tamamlayınca benim açımdan böyle bir ihtiyaç yok. Ama ne olursa olsun, bence çalışan açısından yer değişikliği başlı başına bir travma zaten. İster kendi isteğinizle, ister istemeden gidin, bu bir travmadır, düzen değişikliğidir.

Evinizi bile değiştirdiğinizde ya da başka bir şehre gittiğinizde bile zorlanıyorsunuz. Kolay mıdır, yıllardır gittiğiniz kasabınızı bırakıyorsunuz, manavınızı bakkalınızı bırakıyorsunuz. Birden başka bir çevreye giriyorsunuz.

Her ne kadar aynı hastanede bile olsa, hastan değişiyor, sorumlu hemşiren değişiyor, doktorların değişiyor, tedavi şekli değişiyor. İşi yürütmekten ya da işin nasıl yürüdüğüne bakmaktan çok, nasıl yürürse yürüsün değil, işi nasıl yürüttüğünüz çok önemli.

 

Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet son dönemde epey arttı, siz nasıl değerlendiriyorsunuz olanları?

Şiddet her yerde var, ama sağlık alanında daha fazla yaşıyoruz. Sözlü şiddet de var, hakaret, azarlanma, bunların hepsi motivasyonumuzu düşüren şeyler. Örneğin gece yarısı nöbettesiniz, 16 saatlik nöbete girmişsiniz, gecenin saat birinde gelmişsiniz, ağrısı geçmediği için masayı yumruklayan, "bana bir ağrı kesici yap, ağrımı dindir" diyen insanlar var. Ben hep şöyle diyorum: "Hastasınız ve buradasınız, sağlam olsanız evinizde olursunuz."

Zaten bir iğneyle her şeyi iyileştirebilseydik bunları kendimiz için kullanırdık (gülerek). Hafifletebiliriz, ama tamamen geçiremeyiz.

Biz toplum olarak çok sabırsızız, kapıdan girdiğimiz an yatağa yattığımız anda iyileşmeyi bekliyoruz. Hasta ağrım var dedikçe, yakını geliyor diyor ki "buraya getirdim niye hâlâ ağrısı var"...

Hastaneye gelince ağrı geçmez, bir tedavi süreci var, bekleyeceğiz, belki ameliyat olacak... Aslında hastanelerde çalışanlar refakatçı sistemini uygun bulmaz. Hem içeride gereksiz bir insan kalabalığı, hem de aynı şeyi hem hastaya anlatıyorsun, hem refakatçıya anlatıyorsun, hasta gerçekten bazen refakatçıya çok naz yapıyor. Bu sefer refakatçi gelip bize bağırıyor: "hastamın ağrısını dindireceksiniz", "hastama bakmamışsın", "çağırmış gelmemişsin"... Konuşma tarzı da genelde "hastayım, yattım, bana bakacaksın, bakmak zorundasın" şeklinde.

En çok karşılaştığımız cümlelerden birisi "benim vergilerimle maaşını alıyorsun". Bir de doktor gelince ona "çok iyiyim, hiçbir şeyim yok", hemşire gelince "çok ağrım var". Doktor sabah gelince ilk iş olarak hastanın yaptıklarını anlatmak gerekiyor.

Toplumda hep kadını güçsüz görme düşüncesiyle genellikle sağlık alanında birçoğu da hemşire, büyük çoğunluğu kadın, mesela bizde 600 çalışan varsa 400'ü kadındır... Gece nöbette bakıyorsunuz iki kadın, memuriyete de yeni başladıysa gencecik iki kadın, hasta geliyor mesela bir adam, orada kızına bağırdığı gibi, çocuğunu azarladığı gibi bağırabiliyor. Senin orada yapacağın işin hiçbir önemi kalmıyor. Ona yaklaşımıyla doktora tavrı tabii ki bir olmuyor.

Hastalar genel olarak böyle, hastaneye geldikleri zaman tuvalet kapısında beklemek istemiyorlar, sıra beklemek istemiyorlar, ama bankaya gidiyorsun sıra alıyorsun, bankodan numaraya basmadan işlem yaptıramıyorsun. Ama bizde öyle değil, 'ağrım var, beklemek istemiyorum, gitmek istiyorum'... Bizde süreç olarak aslında manevi olarak baskıcı bir sistem var. Belki bir sevk zinciri olmalı, karnı ağrıyan herkes hastaneye gelmemeli... önce aile hekimine gitmeli, doktoru bakmalı, gerekli görürse hastaneye gelmeli... Hastaneye, gerçekten ihtiyacı olanlar gelmeli, aciller de öyle. Bazı insanların ilgiye ihtiyacı oluyor, evde görmedikleri ilgiyi doktordan, hemşireden, sistemden beklemeleri biraz yanlış. Hastaneyi bakımevi gibi gören hastalar var, 'bana bakmak zorundasın, bakın'. Yapmayınca doktora şikayet ediyorlar 'hemşire hanım bana bakmadı'.

Hastaların şikayetlerine çok aldırmıyorum, sonuçta hasta, ama refakatçıların, ziyaretçilerin gelip "hemşire hanım, hastama bakmamışsın, hiç ilgilenmemişsin, bir önceki hemşire harika bakmıştı" gibi sözleri doğru bulmuyorum.

Mesela bizim serviste erkek arkadaşlar da var çalışan, üç erkek hemşire, çok sıkıntılı hastalara onları gönderiyoruz, çünkü onlara diklenemiyorlar.

Erkek hemşireler de bu sıkıntıları yaşıyor mu?

Onlar bizim kadar bu sıkıntıları yaşamıyorlar. Aynı işi yapıyoruz, ama toplumsal olarak erkek ve kadından beklenen şeyler farklı, bakışlar da farklı. Mesela hasta ona "ağrım geçmiyor" dediğinde, erkek hemşire "ağrın olacak" diyor, susuyor. Ben söylediğimde "bir ağrı kesici daha yap" diyor. Aslında erkek hemşirelerden daha kibar cümlelerle cevap veriyoruz, ama nedense daha kötü, daha kaba muameleye maruz kalıyoruz. Çünkü ne kadar yumuşak olursan o kadar "bunu ezebilirim, bunun kafasına vurabilirim, buna istediğimi yaptırabilirim" diye düşünüyorlar, tıpkı toplumdaki genel yargı gibi.

Genelde kadın güçsüz görülür, naif, kibar, kırılır dökülür, her türlü şey yapılabilir gibi görülür. İşyerlerinde de öyle, kadınların yaşadığı travmalar farklı, erkeklerinki daha farklı. Genelde sözlü tacizlerin, sözlü şiddetlerin büyük çoğunluğu kadın hemşirelere uygulanır. "Ne kadar güzelsin", "saçların çok güzel", "ismini öğrenebilir miyim" gibi...

Onun dışında idarecilerle sorunlar oluyor. Eskisi gibi değil, yönetim tamamen idari insiyatife bırakıldı. Emsal gösteremiyorsunuz, her hastanenin kendine göre işleyişi var. Yarı üniversite yarı devlet hastanesiyiz. Çalışanlar devlet kadrosunda, ama üniversite hastanesi. İçerde üniversite kadrosunda, devlet kadrosunda doktorlar da var. O yüzden biraz çatışmalar oluyor.

Nöbet sıkıntısı var, giydiğiniz formanın rengine kadar sıkıntı olabilir, kart basıyoruz, kartları geç bastığımız zaman giriş çıkışlar önemli, onlar sıkıntı, yemek yiyeceksiniz, bir saatlik aramız var, ama bizde öğle arası diye bir kavram yoktur. Polikliniklerde yemek arası var, ama servislerde yoktur.

 

Nasıl hallediyorsunuz yemek işini?

Yemeğe dönüşümlü gidilir. Dört kişilik serviste, 12'de iki kişi yemeğe gider, gelince diğerleri, on beş yirmi dakika da onlar gider.

 

Bir saat yemek aranız yok yani...

Bir saat diye bir şey yok, yemeğini yiyip geleceksin. Kahve ya da çay içmek yok. Yemeğini yiyip geliyorsun diğeri çıkıyor. Ama sen bu arada yemeğini yerken, kalan iki kişi oradaki işleri de yürütüyor. Ameliyattan hasta geliyor ona bakıyor, yatış verilen hastayı alıyor. Bazen yemeğe gitmediğmiz zamanlar da olabiliyor, o zaman serviste bir şeyler atıştırıyoruz. Ama bu sefer ağzına ufakır bir şey attığında hasta yakınına yakalanırsan "bak yemek yiyorlar, bize bakmıyorlar" diyorlar. Yani servis odasında herhangi bir şey yediğinizde sıkıntı olabiliyor.

Bütün hastalar ve hasta yakınları böyle midir sizce?

Hayır tabii ki çok iyi hastalarımız da oluyor. "Ne kadar çok çalışıyorsunuz" diyerek bizi motive etmeye çalışan, yorgunluğunuzu alan, bazen gitmeden buket buket çiçeklerle gelen... Şu bile yeterli aslında "aşağıya iniyorum bir şeye ihtiyacınız var mı", bunu diyen de oluyor. Bunlar güzel şeyler, ama güzelliğinin yanında sıkıntıları daha çok hemşireliğin.

 

Doktorlarla çalışmak nasıl, kadın ya da erkek olması bir şey değiştiriyor mu?

Bizim serviste 20 doktorumuz var ve hastanenin en çok doktoru bulunan servisindeyim. Bu iş bir ekip işi, bunu herkes kabul etmeli. Bunun gerçekten bir ekip işi olduğunu kabul eden doktorlarla çalışırken kadın ya da erkek olması fark etmiyor. Doktorun kadın ya da erkek olması hiç önemli değil. Bu iş ekip işi, doktor tedavisini verir, hemşire tedavisini yapar. Arkasından gözlemlerini aktarır, paylaşır, uygular.

16.00'da doktor evine gidiyor. Sen nöbete geliyorsun. Nöbetçi doktor var sadece orada. Tüm gece boyunca o hastayla sen görüşüyorsun, sen muhatap oluyorsun. Doktor sabah geldiğinde de diyorsun ki "gece böyle böyle oldu, bunlar yaşandı". Ya da gece kaç defa aramak zorunda kalıyoruz. Aslında bizim işimizin en kötü yanlarından birisi de o. Saat 16.30'da iş bitmiyor aslında. Belki hemşire grubu açısından biraz bitiyor, ama tam bitmiyor, mesela bir şey oluyor arayıp "dün şunlar olabilmiş miydi"... Telefonun her an çalabilir. Ama doktor grubu için çok daha zor. Onların saat gece bir, iki, üç, dört, hastasında sıkıntı olanı arıyoruz. Eğer serviste yatan bir hastası varsa, onun için iş yirmi kat devam ediyor aslında. Telefonu sürekli çalıyor, eğer bir nöbet usulü icabınız varsa bir yere gidemezsiniz.

Zaman zaman arayacağınız saat konusunda tedirgin olabiliyorsunuz. Bazen 'çok iyi oldu aradığın, iyi ki farkettin' diyenler oluyor, bazen de 'hemşire hanım fazla arama, gerekeni yap' diyen de. Sonuçta yazılan tedavinin fazla dışına çıkamıyoruz, doktor ne yazarsa onu yapabiliyoruz. Tedavi açısından hemşire insiyatif kullanamaz.

Peki insiyatif kullandığınız durumlar nelerdir?

Hemşiresin, tansiyon ölçersin, iğne yaparsın, sadece bu değil hemşirelik. Hemşireliğin görev tanımı o kadar açık ki. Şunları şunları yapar, onun dışında doktorun verdiği tüm görevleri yapar. Bu çok açık bir cümle. O kadar çok görevi var ki hemşirenin.

En başta bu işin bir ekip işi olduğunu kabul etmek gerekiyor. En baştaki başhekimden idareciye, başhemşiresinden yöneticisine, servisteki sorumlusundan doktoruna, hastabakıcısından temizlik personeline, bunların hepsi bir ekip işi. Bu ekipten bir halka kopsa işler yürümez. Zincirin halkalarını sağlam bağlarsak sistemin sorunlarını tartışmaya gerek kalmaz.

Hemşireye bütün görevleri yükleyip halkanın en sonuna koyarsanız olmaz. Bir görev tanımı, hiyerarşi tabii ki olacak, hiyerarşi tüm kurumlarda var, ama hiyerarşi demek ezmek demek değildir, ekstra yük yüklemek değildir.

Hiyerarşi, herkesin kendi çalıştığı alanda sınırlarını bilmesi, sorumluluklarını bilmesi demektir.

 

Bir kadın olarak çalışmak sizin için ne ifade ediyor?

Çalışmasaydım ne yapardım diye düşünüyorum? İzinlerde bile evde oturmak komik geliyor bana. Yirmi gün izin kullandığımda işimi, çalışmayı özlüyorum mesela. Çalışırken, içimdeki enerjiyi dışa vurabiliyorum, sanki üzerimde bir yük var ve bunu vermeliymişim gibi hissediyorum. Benim için çalışmak, üretmek, çabalamak, sonuç görmek, bunu ben yaptım,  diyebilmektir.

Başka bir kurumda olsaydık belki manevi tatmini daha yüksek olabilirdi, ama bizde iş belli, hasta belli, tedavi belli, herşey belli, ama iyi ki çalışıyorum diyorum. Bu işten para kazanıyorum, hayatımı idame ettiriyorum. Kendimi ifade edebiliyorum. Pek çok insanla iletişime geçiyorum, hasta, refakatçı, yönetici, idareci, doktorum... Yüzlerce insan görüyorum ve bu insanlar hep değişiyor.

Çalışırken sadece karşıya bir şey vermiyorsunuz, karşıdan da alıyorsunuz. Belki aslında doyumu sağlayan şey bu. Mesela ben ilk dönemlerde daha heyecanlı, daha adrenalini yüksek çalışıyordum, giderek  törpülendiğimi hissediyorum. Artık hastalar bağırdığında eskisi gibi tepki vermiyorum. Çünkü olgunlaştım. Tecrübeyle ilintili bunlar. Olgunlaşıyorsunuz, öğreniyorsunuz, çevre ediniyorsunuz.

Emekliliğinize ne kadar var?

12 yılım var daha.

 

Bir de annelik var, tek başınıza çocuk büyütüyorsunuz...

İlkokul döneminde hep özel okula vermek zorunda kaldım. Çünkü eve gelip yemek verme şansım olmadı hiç.

Devlet okuluna verdiğiniz zaman öğlen çocuğun eve gelmesi gerekiyor. Ya da yemek ayarlamanız gerekiyor. Güvenlik sorunu var, bir sürü sıkıntı var.

Çalışan annelerin büyük çoğunluğunun çocuklarını özel okula vermesinin başlıca sebebi bu. Yemek, güvenlik ve öğle arası eve gelmesi. İşimiz başka yerde, okul başka yerde, çocuk başka yerde.

Düzeni kurmak sıkıntı. Nöbetlerde de, aynı yerde sevdiğiniz bir arkadaşınız varsa ona bırakıyorsunuz. Haftaiçi nöbetlerimi verip haftasonu nöbeti alarak çözmeye çalışıyorum. Hafta içi çocuğun yanında olabilmek için haftasonuu veriyorsun, bu sefer de haftasonunda onun yanında olamıyorsun.

Maddi sıkıntılar da çok hemşirelikte. En son devlet okuluna verdik. Öğle arası yemek sorun, sabah kahvaltıyı hepsini masaya koyuyorum, ısıtabilirse ısıtır, ısıtamazsa soğuk yer. Akşam beşte evinize geliyorsunuz.

Koyduğunuz yemek kaplarının yarısı boşalmış, yarısı duruyor. Tezgahın üzeri bulaşık yığını, gün boyu pencere açılmamış, havasız bir eve giriyorsunuz. O gün işleri yapıyorsunuz sonra ertesi günün yemek hazırlığı başlıyor.

Haftaiçi hep bu şekilde bir koşturmacayla geçiyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.

Bu arada çocuğunuz ortaokula geldiği için ders takibinden, düzenli ders çalışmasından, başarısından siz sorumlusunuz. Hem onu eğitmek zorundasınız, hem işe gitmek zorundasınız. Bir de kendinizle ilgilenmek zorundasınız, böyle bir üçgen içerisinde debelenip duruyorsunuz.

Çocuklar büyüdükçe sanırım sorunlar daha da artıyor. Kendinizden daha çok fedakarlık yapmaya başlıyorsunuz. Ben giymeyeyim o giysin. Özel ders olayı başlıyor, eğitim sistemi bir noktadan sonra yetersiz kalıyor.

Kendinizden kısıyorsunuz. Bu sefer mutsuz oluyorsunuz. O kadar çalışıyorsunuz, bir bakıyorsunuz kirayı vermişsiniz, elektriği, kömürü, okulu vermişsiniz, elinizde pek bir şey kalmıyor.

Babasının mali katkısı oluyor mu?

Evet, nafaka ödüyor, ihtiyaçları konusunda gerekli desteği veriyor. Bir şeyi eksikse alıyor. Maddi ihtiyaçlar boşanan eşler arasındaki en büyük sorunlardan biri. Çalışan anne olmanız hep önünüze seriliyor. "Sen de para kazanıyorsun" diyor. Ama para için ilişkileri gerip huzursuz olmayı istemiyorum. O yüzden olabildiğince, ihtiyaçlarını söyleyip gerekli desteği sağlarsa, çok da sıkıntı yaratmıyorum bu konuda. Sonuçta babasının yanına gittiğinde mutlu geliyor kızım, önemli olan o birlikteliğin sağlanması.

 

Ekonomik zorluklar var yani...

İş yaşamında, maddi olarak en çok zorluk çeken meslek gruplarından biriyiz. 22 yıldır çalışıyorum, benim maaşım 3580 Lira,   sabit döner sermaye adı altında 1500 Lira veriyor, aldığım 5000 Lira, onun dışında bir şey yok.

Nöbet parası vermek istemiyorlar, nöbet izni kullanın diyorlar. Kısıtlamalar her yerde var.

 

Hiç artısı yok mu ?

Geçenlerde 31 yıllık bir arkadaşımız emekli oldu mesela. En son aldığı maaşı 4850 idi. En fazla alabileceğimiz bu. Sosyal tesisimiz yok, kreşimiz yok. En çok kreş olması gereken kurumlardan biriyiz.

İnsan niye çalışır, para kazanmak için, hayatını idame ettirmek için. Böyle bir düzen içerisinde ücretinizin düşük olması, ister istemez motivasyonunuzu etkiliyor.

 

 

Son olarak pandemiden söz edelim, bu sürecin işinize etkisi ne oldu?

Pandemi başladığından beri ilk defa izin kullanıyorum. İzinler yasaklandı, evde düzenimiz değişti. Hastanede çalıştıktan sonra eve gelme, çocuklarımızla temas...

Nöbet zamanlarında kızımı anneme gönderiyorum mecburen, babamın kronik rahatsızlığı var. O yüzden çocukla görüşmemem gerekiyor. Çocukla görüşsem nöbete gidemiyorum, okullar tatil.

En son bir tercih yaptım, kızımı anneannesine gönderdim. Şimdi hastaneden eve geliyorum, evden çıkmak istemiyorum. Hastane başlıbaşına bir stres kaynağı zaten.

Nöbet saatlerini olabildiğince esnek tutmaya çalıştık, ama olmadı. Pek çok işkolunda esnek çalışıldı,  biz normal mesaiden daha çok çalıştık.

Mümkün olduğunca nöbet saatlerini arttırıp hastaneye az gelelim dedik. 24 saat çalışıp üç gün hasteneye gelmeyeyim... O ortama olabildiğince az maruz kalalım. Giriş çıkışlarımızı azaltalım. Bir baktık bir anda esnek mesaiye geçildi, doktorların hepsi evlerine gitti, hastanede bizler nöbetteyiz, servislerin birçoğu açık, ama servislerde hemşire sayısı az, 11 hemşireyle çalışıyoruz.

11 kişiyle iki gece üstüste nöbet koyuyorsunuz, izne ayırıyorsunuz. Sistem içinde sayımız çok az olduğu için böyle bir pandemi sürecinde kimseye "sen iki gün dinlen, üç gün gelme, beş gün dinlen üç gün çalış vs." diyemedik.

 

Çalışma ortamı nasıldı?

Biz ilk başta gerek idarecilerin tecrübesizliği, ilk defa başımıza gelmesi, gelen hastaların bizi korkutması, ateşi çıkandan korkmamız... bu tür sıkıntılar yaşadık. Malzeme konusunda da biraz sıkıntılar oldu.  Maskede oldu, eldivende oldu, imza karşığı aldığımız günler oldu.

Bizler, pandemi sürecinde en çok yıpranan meslek grubu olduk, hemşire grubu. Esnek mesaiyi en az uygulayabilen, hatta uygulayamayan. Annesiniz, çocuğunuzu göremiyorsunuz, hadi benim kızım 12 yaşında, 2 yaşında çocuğu olanlar var.

Herkes ayrı ev tuttu, var olan düzenimiz bozuldu. İşyerimizde düzenimiz bozuldu. Üç ay boyunca misafirhanede kalan hemşireler oldu. Evlerine gitmediler, çünkü evde çocuk var, eş var. Üstünde taşıyacağını düşünüyor.

Belirsizlik süreci tüm hayatımızı altüst etti. Yaşam düzenimizi bozdu, ev hayatımızı bozdu, çalışma sistemimizi bozdu.

Ben kızımı 65 gün görmedim. Bu süre boyunca anneanne ve dedeyle kaldı. Onun için de zor oldu. Bu süreçte sadece görüntülü konuştuk. Zor bir süreçti. Covid-19 öyle kolay kolay hayatımızdan çıkacak gibi görünmüyor. ■

 

(Petrol-İş Kadın Dergisi, Sayı 64, Kasım 2020)