15-16 Haziran Direnişi, 2 gün boyunca fiilen grev yapan işçilerin birçoğunun ilk kez sokakla tanıştığı, devletin zor aygıtlarıyla karşı karşıya geldiği büyük bir sivil itaatsizlik eylemidir. O direniş bugün sendikal hakları her yönden saldırı altında olan Türkiye’deki sendikal hareket için örnek alınacak niteliktedir.
15-16 Haziran’ın aynasında değişenler ve değişmeyenler
Bu yazıda Türkiye işçi hareketinde ve çalışma yaşamında yaşanan güncel gelişme ve tartışmalar ışığında 15-16 haziran 1970’de gerçekleşen büyük direnişi kısa değinilerle değerlendireceğiz.
15-16 Haziran Direnişi’nin ortaya çıkmasına neden olan şey, Meclis’ten geçen 1317 sayılı yasaydı. Bu yasayı protesto etmek isteyen işçiler, herkesin -iktidarın, DİSK’in ve kendilerinin- beklediğinden daha kitlesel, daha kararlı ve ürkütücü bir direniş ortaya koyarak emek tarihimizde unutulmaz bir sayfa açmış oldular. Bu denli güçlü ve beklenmedik protestoya neden olan yasanın hedefi, kurulalı üç yıl olmuş ama sendikal harekete devrimci bir enerji ve açılım getirmiş olan DİSK’i tasfiye etmek olarak özetlenebilir. Tarihsel bir bakışla bunun, kökleri 1946’ya uzanan bağımsız, mücadeleci sendikal geleneğe karşı girişilmiş yeni bir hamle olduğu söylenebilir. Dönemin sosyalist partilerinin öncülüğünde kurulan sendikalar ve yayınlarla, hızla gelişerek CHP iktidarı için tehlike arz etmeye başlayan 1946 sendikacılık geleneği, önce sıkıyönetim, ardından da 1947 başlarında çıkartılan sınırlı ve güdümlü sendikacılığa zemin hazırlayan ilk Sendikalar Kanunu ile bitirilmiş gibi görünüyordu. Ama 1950’lerin mücadeleci sendikacılarının önce TİP ve devamında DİSK ile geliştirdikleri bağımsız ve militan işçi sınıfı hareketi çizgisi bu geleneğin bir anlamda yeniden dirilişini temsil ediyordu ve kısa sürede iktidarlarla uyumlu sendikacılık geleneğini sürdürmeye kararlı Türk-İş’lileri de, dönemin iktidarı AP’yi de ciddi biçim rahatsız etmeye başladı.
Filizleri kırma operasyonu
İşte gündeme getirilen ve Meclis’ten geçirilerek direnişi tetikleyen kanun bu rahatsızlığın ifadesi ve 1947’de olanların bir devamı niteliğindedir. Türkiye egemenlerinin gelişen bağımsız sınıf hareketleri karşısındaki politika repertuarlarının değişmediğini gösterir. Baskı, yasaklama; olmuyorsa etkisizleştirme, marjinalleştirme, güdümlü alternatifler kurma veya destekleme gibi yöntemler belli dozlarda ve bir sıralama içinde kullanılır. 1317 sayılı yasayla bu kez, 46’dan farklı olarak, önce yasayla etkisizleştirme yolu izlendi. 1 Mayıs 1977 1 Mayıs’ında yaşanan, ABD destekli kontgerilla operasyonu ise bitirilemeyen işin devamı niteliğindeydi. Türkiye işçi sınıfı içinde 1960 başlarından itibaren etkili hale gelen ve tarihe mâl olmuş çok sayıda grev ve direnişle belirginlik kazanan mücadeleci bilinç ve arayışların yarattığı kitlesel direnç, 1970’lerde sosyalist hareketle de buluşmuş ve 70 ortalarında egemenler için artık kabul edilemez noktaya gelmişti. 15-16 Haziran’ı öncesi ve sonrasındaki olaylar zinciri içine yerleştirmeden anlamak doğru olmayacatır.
Görünen o ki egemenler, renkleri, adları farklı olsa da; 1909’da Tatil-i Eşgal yasasıyla sendikayı yasaklayan, grevi sınırlayan İttihat Terakki’den; 1936’da grevi, 1938’de sendikayı yasak eden CHP’den beri birbirlerini izliyor, birbirlerinden öğreniyor ve aynı ‘kırmızı kitabı’ kullanıyorla |
Bugünden bakınca, şimdilerde türlü spekülasyonlar yapılarak tarihsel arkaplanı karartılmaya çalışılan bu büyük katliamın, bir anlamda 15-16 Haziran Direnişi’nde ilk olarak ortaya konan, darbe ve baskılara karşı yükseleşini sürdüren, bağımsız, meşru mücadele çizgisindeki işçi hareketi damarını kriminalize/marjinalize ederek etkisizleştirme hamlesi olduğu açıkça görülür. 1970’lerin kitlesel grevleriyle giderek sıkışan sermaye sınıfı temsilcilerinin girdiği otoriter yönetim arayışları sonuç verip 12 Eylül darbesi yapıldığında kapısına ilk dayanılan yerin DİSK olması da, darbeden kısa süre önce tüm bu süreçte militan işçi hareketinin sembolü olarak öne çıkan Kemal Türkler’in katledilmesi de tesadüf olarak değerlendirilemez. Özetle 1946’da ancak bir yıl kadar sürebilen ve sıkıyönetimle, tutuklamalarla, kapatmalarla bitirilen bağımsız sınıf hareketinin macerası bu kez 1967’den 1980’e 13 yıl kadar sürer ve yasal müdahalelerle, katliamlarla, darbeyle sona erdirilebilir.
Türk-İş hep suç ortağıydı
DİSK’i tasfiye etmeye yönelik olduğu, dönemin hükümet yetkilileri ve yasanın hazırlayıcısı Türk-İş kökenli milletvekilleri tarafından da açıkça dile getirilen 1317 sayılı yasa gündeme getirilirken kullanılan “güçlü sendikacılık yaratma” argümanı dikkate değerdir. Ülke tarihinde bağımsız sendikacılığın önü ne zaman kesilmek istense gündeme gelen bu argüman, 12 Eylül rejiminin sendikalar yasasını yeniden düzenlerken de kullandığı başlıca gerekçedir ve güncelliğini yitirmemiştir.
Yakın zamanda yaşanan yeni Toplu İş İlişkileri Yasası’na yönelik tartışmalarda ve tartışmanın en can alıcı başlığı olan, sendikaların toplu sözleşme yetkisi için getirilen işkolu barajlarının oranlarıyla ilgili çekişmede de “güçlü sendikacılık” argümanı/talebi sıkça kullanılır. Bu kendisine alternatif bağımsız bir sendikal odağın ortaya çıkmasını önlemek isteyen Türk-İş’in her seferinde iktidarlarla suç ortaklığı içinde savunduğu, ILO ilkelerine aykırı bir sendikal tekelcilik arayışının ifadesinden başka bir şey değildir. Getirilen yasal barajlarla, sendikaların devletten bağımsız kurulması ve hareket etmesi yönündeki evrensel sendikacılık ilkesiyle de uyumsuzdur. Üstelik Türk-İş’in performansı düşünüldüğünde “güçlü sendikacılık” ironik bir taleptir. 1983’te çıkartılan yasayla bugüne dek işkolu, işyeri barajlarıyla korunmuş alanda sendikacılık yapan Türk-İş’in güçlü sendikacılık yarattığını bugün herhalde kendi yöneticileri iddia edemez. 15- 16 Haziran Direnişi’ne DİSK üyelerinin yanısıra binlerce Türk-İş üyesinin de katılmış olması herhalde, o tarihlerde konfederasyonun bu anti demokratik ve tekçi tavrını kendi tabanının da kabullenmediğinin göstergesidir.
Bugüne güçlü bir örnek
İki gün boyunca fiilen grev hem de genel grev yapan işçilerin birçoğunun ilk kez sokakla tanıştığı, ilk kez devletin zor aygıtlarıyla karşı karşıya geldiği büyük bir sivil itaatsizlik eylemidir. Ortaya çıkalı daha üç yıl olmuş bir işçi örgütünün varlığının bu düzeyde savunusu, bugün sendikal hakları her yönden saldırı altında olan sendikal hareket için örnek alınacak niteliktedi |
15-16 Haziran eylemi sendikal mücadele tarz ve yöntemine ilişkin önemli deneyimlerin yanısıra demokratik hakların savunusu konusunda da dersler içerir. Direniş, taban dinamikleri üzerinden yükselen militan ve meşru çizgide bir sınıf hareketidir. DİSK’in sözü edilen yasa karşısında yürüttüğü kamuoyu kampanyasının ve Meclis’teki muhalefetin yetersiz kaldığı ve yasanın çıktığı anda, işyerlerinde bir süredir örgütlenen Anayasal Direniş Komiteleri ile bir anda gelişen geniş bir taban inisiyatifidir. İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğünü korumak adına kendi öz örgütlerini, mücadele araçlarını yaratmasının erken ve güçlü bir örneği olması nedeniyle derinlemesine incelenmeyi hak eder. Türkiye’de politik bir işçi hareketinin hiç gelişmediği yönündeki kimi yorumları geçersizleştirecek kadar son derece politik bir karakterdedir.
Eylem kahramancadır. İki gün boyunca fiilen grev hem de genel grev yapan işçilerin birçoğunun ilk kez sokakla tanıştığı, ilk kez devletin zor aygıtlarıyla karşı karşıya geldiği büyük bir sivil itaatsizlik eylemidir. Sonucunda binlerce öncü işçi işlerinden olmuş, yüzlercesi tutuklanmış, birçok yaralanın yanısıra üç işçi de yaşamını yitirmiştir. Ortaya çıkalı daha üç yıl olmuş bir işçi örgütünün varlığının bu düzeyde savunusu, bugün sendikal hakları her yönden saldırı altında olan sendikal hareket için örnek alınacak niteliktedir.
Sendikayı aşan taban pratiği
Direniş, DİSK’in oluşturduğu örgütlülük zemininde ve onun sağladığı birikimle ortaya çıksa da sendikal sınırları aşan bir karaktere sahiptir. Dünyanın birçok ülkesinde dönem dönem ortaya çıkan fabrika konseyleri türünden bir deneyimi ortaya koyar. Gramsci’nin fabrika konseyleri ile sendikalar arasındaki ilişkiyi değerlendirirken söyledikleri bu noktada anlamlıdır.
Şöyle yazar Gramsci: “Konsey endüstriyel legalitenin olumsuzlanmasıdır: onu hep tahrip etmeye, işçi sınıfını endüstriyel iktidarı fethetmeye doğru yönlendirmeye uğraşır. Sendika legaliteyi temsil eder ve kendi üyelerinin bu legaliteye saygı göstermesini sağlamayı amaçlamalıdır.” Gerçekten böyle olmuş, Direniş giderek yıkıcı bir hâl aldığında DİSK yönetimi işçilere eylemi bitirmek konusunda çağrı yapmak durumunda kalmıştır. Buradan çıkan sonuç konfederasyon yöneticilerinin pasifliği, ihaneti değil, sınıf mücadelesinin düzey ve araçları arasındaki nitelik farkının anlaşılması gerekliliğidir. Bir anlamda mücadelenin yükseldiği kesitte herkes ve her oluşum kendi rolünü oynamış, ortaya çıkan sonuç ise Türkiye işçi sınıfının ulaştığı bilinç ve kapasite düzeyini göstermesi açısından hem sendikal hem de siyasal düzeyde öğretici olmuştur.
İktidar değişir pratik değişmez
Öte yandan direniş salt DİSK’i sahiplenme eylemi de değildir. Taşınan dövizlere, pankartlara, atılan sloganlara baklıdığında; Fordist bir atılımla gelişen Türkiye kapitalizminin, sayıları hızla artan sanayi işyerlerinde, emek sürecinde, patronlara karşı biriken tepki ve öfkenin, sosyal planda devrimci gençlik hareketleriyle yaygınlık kazanan anti emperyalist motiflerin , açık bir sermaye destekçisi olduğu anlaşılan AP iktidarına karşı oluşan kızgınlığın da caddelere taşındığı gözlenir. Herkesi şaşırtan aslında katmanlı ve derinlemesine bir sınıf öfkesinin bu denli yoğun biçimde birikmiş olmasıdır.
Günümüz sendikal gündemi içinde bakıldığında 15-16 Haziran’ın fiili, meşru ve militan sendikal mücadele konusunda yarattığı ufuk, sendikal hakların korunması noktasında yol göstericidir. O günlerde anayasal bir hakkın yasa yoluyla geri alınmasını namus meselesi olarak kabul eden işyeri temsilcilerinin, Meclis’te ve cumhurbaşkanı karşısında ILO ilkelerine dayanarak sendikal özgürlükleri kararlılıkla savunan sendika yöneticilerinin bugün yeniden hatırlanmaları gerekir. Anayasa tartışmalarının sürdüğü şu günlerde anayasadaki sosyal hakların işçi sınıfı için ne kadar hayati olduğunu ve bu hakların ne kadar güçlü bir biçimde sahiplenilebileceklerini göstermesi açısından da direniş öncesi ve sonrasıyla öğreticidir. Yaşadığımız günler yine, iktidarın sendikal alanın yeniden düzenlenme uğraşlarına ve sendikal hakların sınırlandırılması hamlelerine tanıklık ediyor. Türkiye egemenleri aynı yöntemleri yine sırayla devreye sokuyor; yandaşlaştırmadan, sendikal tekel oluşturmaya, havacılık işkolunda görüldüğü üzere grev gibi temel hakları ortadan kaldırmaya kadar bir dizi yöntemi eş zamanlı olarak uyguluyor. Görünen o ki egemenler, renkleri, adları farklı olsa da; 1909’da Tatil-i Eşgal yasasıyla sendikayı yasaklayan, grevi sınırlayan İttihat Terâkki’den; 1936’da grevi, 1938’de sendikayı yasak eden CHP’den beri birbirlerini izliyor, birbirlerinden öğreniyor ve aynı “kırmızı kitabı” kullanıyorlar. İşçi hareketinin de kendi tarihinden, kendi deneyimlerinden öğrenmesi için 15-16 Haziran iyi bir vesile olacaktır. Direnişin yaratıcılarına saygı, mücadelenin devamcısı Hava-İş direnişçilerine selam...