İki ay sonra AKP iktidarının onuncu yılı tamamlanacak. Bu parti, üç genel seçimi üst üste kazandı; parlamentoda tek parti çoğunluğunu kesintisiz sağladı. Bu başarının, kent ve kır emekçilerinin süregelen, güçlü desteğine dayandı ortadadır.
Aynı parti, iktidar yıllarında, ekonomik ve sosyal politikalarda neoliberal programlara dogmatik, giderek artan bir bağlılık gösterdi; bunu açıkça da ifade etti. Bu programların, emekçilerin sınıfsal çıkarlarıyla sistematik karşıtlığı da artık tartışma dışıdır.
Emek karşıtı programların taşıyıcısı olan bir partinin, emekçi sınıfların siyasi desteğine mazhar olması nasıl açıklanabilir? Bu soru, Yasin Durak’ın Emeğin Tevekkülü: Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık başlıklı çalışmasının (İletişim, 2011) hareket noktasını oluşturuyor. Yazarın ağzından aktaralım: “Türkiye’nin son yıllardaki... seyri, neo-liberal İslamcı iktidar bloğu eliyle yürütüldü...Dindar-muhafazakârlık neo-liberal kapitalizme bağlılık yemini etti... Esnekleşme, taşeronlaşma,... işsiz bırakmanın kudretini artırma [gibi yöntemler sonunda],... işçi-işveren ilişkilerinde ‘dolaysız kaba sömürü’ hâkim [oldu]”.
Bu durumda “bağımlı sınıfların rızasını da içeren bir hegemonya projesinin” inşası gerekir. Emeğin Tevekkülü de Konya’da “işçilerin egemen sınıflara tabiiyeti” projesinin hayata geçirilmesinde İslâm’ın nasıl kullanıldığını araştırıyor. (ss.7-8, 23-25).
Konya sanayicileri, dinî anlayışlarını, “radikal romantizmin” etkilerinden arındırmış; “İslâmi dünya görüşünün ibresini rasyonel-ekonomik hedeflere doğru” yöneltmişler; ona araçsal, işlevsel boyut kazandırmışlardır.
İslâmî dünya görüşündeki bu hedef kayması sayesinde, dindarlık işçi-işveren arasında kader birliği anlayışını yerleştirir. Patrona, “namazını kaçırmaz, kul hakkı yemez, harama el uzatmaz” özellikleri nedeniyle güvenilir: “[Ona] Allah yardım etmiş zamanında... Neden? Harama el uzatmadı da ondan...” (ss.18-19,41)
Sabır, kader ve tevekkül... Bunlar, dünyevî eşitsizliklerin, yoksunlukların karşısında ayakta durmayı mümkün kılar. Yazar, işçilerden aktarıyor: “Hepsinden önce sabredeceksin... Sınavdır bu dünya. Hepsi Allah’tandır. Onu (patronu) zenginlikle sınıyor. Benim sınavım da fakirlik.” (ss.96-97) Buna karşılık, patronlar, dünyevî eşitsizlikleri, dinî referanslarla değil; tamamen “rasyonel, işlevsel” boyutlarla meşrulaştırıyorlar: “İşçi işten çıkarıldığında ertesi gün başka yerde işe başlar. Ama burası batsa ertesi gün yeniden kurulmaz. Bunca insanın ekmeğini kolluyoruz. Türkiye’nin yükünü biz çekiyoruz.” (s.54) “Ülke yararına çalışmak, istihdam yaratmak, Türkiye’ye çok şey katmak” gibi kalıplarla “öz çıkarlar, genel, ortak çıkarlar olarak ifade edilir.” (ss. 34-35)
Hegemonya projesinde, sınıf ayrımlarını buğulandıran, karşıtlıkları silen İslâmî ritüellerin de önemi vardır. İşverenlerin söylemi malûmdur: “Her bayram, şekerleri dağıtırım. Toparlanıp iftar açarız. Hepimiz aynı orucu tutuyoruz. Düğününe, cenazesine gideriz. Yapmasak ayıptır.” (s.45).
Ne var ki, bu dayanışma görüntülerinin de sınırları vardır: İşverenler Cuma namazlarını işçileriyle birlikte kılmaktan kaçınmakta; sanayi bölgesi dışındaki camileri yeğlemektedir. İşçilere şeker dağıtan patronun, yazıhanesine gelen konuklara çikolata sunması dikkat çekmekte; gerginlik yaratabilmektedir. (ss.100-101)
Konya’lı bir patron, “her gün sabah uyandığımızda Tayyip Erdoğan’ın öldürüldüğü haberini almaktan korkarak yaşıyoruz” diyor. Bir başkasına göre, “işçiyi sürekli yoğurmak gerekir” (ss. 57, 117). Bu perspektifle “yoğurulan” işçilerin Türkiye’nin sorunları ve siyaset üzerindeki görüşleri patronlarıyla uyum içerisindedir: Sendikacılar güven vermez; sevilmezler. “Öyle şeyler bize ters. Eğeceksin başını işine bakacaksın; bir sorun olduğunda gideceksin, konuşacaksın.” (s.89). TEKEL eylemlerine katılan işçilere karşı (“çoğunluğu Kürt, PKK’lı” gibi yaftalarla beslenen) şiddetli husumet duyulmaktadır. Kendi sıkıntılarının, devlet işletmelerindeki işçilerin ayrıcalıklı konumlarından kaynaklandığı görüşü yaygındır; özelleştirme hararetle savunulmaktadır. (ss.89-94)
***
Öte yandan Emeğin Tevekkülü göstermektedir ki, “insanlık hali”nin doğal gereği olan direnme tepkileri Konyalı işçilerde tamamen dumura uğramamıştır. Yasin Durak’ın çeşitli örnekleri, İslâmî efsaneler anlatıldığında, işçilerin yorumlarının, algılamalarının zaman zaman patronlarından farklılaştığını göstermektedir. Örneğin, “ebabil kuşları ile filler arasındaki savaş efsanesi anlatılırken patron fillerin yenilmezliğini vurgulamakta; işçi ise kuşlardan yana” tavır almaktadır (ss. 53, 97, 124).
Doğrudan işçi-işveren ilişkileri de gerilimlerden arındırılamamıştır. Çalışma saatlerinde işçilere verilmiş olan 15-20 dakikalık üç vakit namaz izni, giderek bir “hak talebi”ne dönüşmekte; ciddi gerilimlere yol açmakta ve kaldırılması düşünülmektedir. Ücret ödemelerini sürekli geciktiren patronlar, bankalarla anlaşmış; aylıkların kredi kartlarıyla ödenmesi başlatılmıştır. Sonuç, aylıkları geciken işçilerin kredi kartlı borçlarına; giderek faiz, hatta tefeci tuzağına sürüklenmeleridir. Finans kapital ile sanayiciler arasındaki bu kirli işbirliği, işçiler tarafından lânetlenmektedir.
“Haksız” işten çıkarılma, uzun süren işsizlik, iş kazaları söz konusu olduğunda işçilerin söylemleri hızla değişebilmekte; bireysel tepkiler, sınıfsal içerik kazanabilmektedir. Patronlar ise, işyerinde, servis araçlarında, hatta iş saatleri dışında işçilerin kendileri hakkındaki konuşmalarından rahatsızdırlar. Arkadaşlarına ücretler, çalışma koşulları hakkında “gaz veren” işçiler yakından izlenmekte; çıban başları, “İslâmî hayat tarzına uymayan tavırları” da bahane edilerek işten çıkarılmaktadır. (ss. 43-44, 99-108, 114-119)
***
Emeğin Tevekkülü’nün sorunsalını, Necmi Erdoğan 21-22 Ağustos 2012 tarihli Birgün’de “Abdestli Kapitalistler ve Emekçiler” başlıklı iki önemli yazısında tartışıyor; işçi sınıfı saflarında siyasî İslâm’ın ideolojik hegemonya oluşturmasının örneklerini veriyor ve yazılarını şöyle bitiriyor: “Bu noktada iki güzergâh çıkıyor karşımıza: Birincisi sömürülenlerin dininin muktedirlerin dininden ayrışmaya başlayarak... ‘kurtuluş teolojisi’ haline gelmesi ki Sünni İslâm geleneğinin,... bu hattın önüne ciddi duvarlar ördüğünü söyleyebiliriz. İkinci güzergâh ise, sömürülenlerin... ‘yürek dilini’ seküler (yani lâik) bir kurtuluş projesinde, eşitlikçi, özgürlükçü kolektif [ve]... devrimci... bir iradede aramalarıdır.”
Yasin Durak’ın çarpıcı bir biçimde Konya örneğinde anlattığı işçi sınıfının ideolojik/hegemonik teslimiyetinin kökenleri nedir? Necmi Erdoğan’ın işçi sınıfı hareketlerinin geleceği için işaret ettiği “eşitlikçi, özgürlükçü, devrimci” güzergâhın bugünkü engelleri geçmişte nasıl oluşmuştur? İleride tartışmak istiyorum.