Geçen cumanın Cumhuriyet'inden bir haber: '' Tayyip Erdoğan haziranda İstanbul'da gerçekleştirilecek NATO zirvesinin sponsorları arasında yer alan işadamlarına dün Başbakanlık resmî konutunda yemek verdi.
Geçen cumanın Cumhuriyet'inden bir haber: '' Tayyip Erdoğan haziranda İstanbul'da gerçekleştirilecek NATO zirvesinin sponsorları arasında yer alan işadamlarına dün Başbakanlık resmî konutunda yemek verdi. İşadamları iki katlı bir pasta yaptırarak Erdoğan'ın doğum gününü de kutladılar.'' Başbakan'ın ikramına doğum günü pastası ile karşılık verenlerin Sakıp Sabancı ve Mustafa Koç 'la başlayan ve TÜPRAŞ'ı 105 bin Euro sermayeli bir Rus şirketi ile birlikte satın alan Ahmet Zorlu 'yu da içeren on dört kişilik bir ''büyük patronlar'' grubu olduğu anlaşılıyor.
Bu haberde benim ilgimi çeken, büyük patronların İstanbul'daki NATO zirvesinin ''sponsorları'' olduğuna ilişkin bilgi oldu. ''Sponsor'' un, Türkçeye yamalanan en sevimsiz yabancı sözcüklerden biri olduğu görüşüne, bilmem, katılır mısınız? Bununla genellikle kastedilen, aslında kamu kaynaklarıyla yapılması gereken bir işin birtakım zenginlerin, şirketlerin, seçkin kuruluşların paralarıyla desteklenmesidir. (Destekçilerin gerekli biçimde duyurulması da ''sponsorluk'' kurumunun şânındandır.) Anlaşılan, bu kez İstanbul'daki NATO zirvesine ev sahibi devletin yapması beklenen katkılarda sorun var. ''Faiz dışı fazla'' hedeflerinin baskısı altındaki bütçe kaynakları NATO zirvesinin yükünü kaldırmaya yetmemekte... Ne gam? Fazlaca vergi ödemeyen on dört ''sponsor'' patron sağ olsun.
Akşam TV haberlerini izliyorum. ''Yedinci gözden geçirme için Türkiye'ye gelen IMF heyeti, İstanbul'daki temaslarına başladı. Yarın önce İMKB, sonra TÜSİAD yöneticileriyle görüşecekler.'' Son zamanlarda IMF/Dünya Bankası çevrelerinde moda olan ''yönetişim'' modellerinin vazgeçilmez bir öğesi ''katılımcılık'' oldu. Belki de IMF, stand-by uygulamalarını ''tabandan katılım'' sağlayarak değerlendirmek istemektedir ve bunu TÜSİAD'la görüşerek başlatmaktadır.
Eğer böyle ise merakla bekliyorum: IMF'ciler hazır İstanbul'a gelmişken, başka ''tabandan katılım'' lar arayacaklar mı? Örneğin, stand-by anlaşmasının ürünü olan TÜPRAŞ özelleştirmesinin doğrudan muhatabı olan Petrol-İş Sendikası'nın yöneticileriyle de görüşecekler mi? Ankara'ya gittiklerinde Kamu Yönetimi Temel Kanunu tasarısının doğrudan muhatabı olan KESK ve Kamu-Sen yöneticileri ile görüşecekler mi? Zira, biliyoruz ki, IMF İcra Direktörleri Kurulu ''yedinci gözden geçirme'' yi değerlendirirken bu tasarının yasalaşmasına büyük önem verecektir.
Boşuna beklersiniz. IMF, ''katılımcı bir vitrin'' sağlama peşindedir; ama emeğin değil, zaten IMF'ci olan sermayenin örgütleriyle... TÜSİAD ile, TOBB ile... IMF heyetleri uzmanlarla da görüşüyor. Ama hangi uzmanlarla? Geçenlerde bir iktisat dergisi, finans dünyasından birkaç uzman ve yöneticinin katıldığı bir ''yuvarlak masa'' toplantısını yayımladı. Bir bankanın yatırım danışmanı olan konuşmacılardan biri, ''geçen sene IMF ile konuşurken'' diye başlıyor ve IMF heyetine ''enflasyon hedefini yüzde 20 değil, yüzde 18 koyun'' tavsiyesinde bulunduğunu bizlere söylüyor. IMF'cilerin emek dünyasını temsil eden kuruluşların uzmanlarıyla program hedeflerini görüştüğünü şimdiye kadar duydunuz mu?
Sözünü ettiğim yuvarlak masa toplantısında finansal uzmanlardan biri yaptıkları işi, ''son tahlilde herhalde Türkiye'yi satıyoruz'' sözleriyle tanımlıyordu. Bir diğeri, kendi uğraşını, ''Avrupa'nın her yerinde Türkiye satıyorum'' diye anlatmakta idi. ''Yuvarlak Masa'' yı yayımlayan dergi, bant çözümünün konuşmacılar tarafından gözden geçirilip düzeltildiğini belirtiyor. O zaman bu sözleri ''dil sürçmesi'' diye geçiştiremeyiz.
İyi ama, bunları nasıl yorumlayalım? Bu ifadeleri ''harfiyen'' ciddiye alıp yüklenebilirsiniz: ''Kimin malını kime satıyorsun'' Bu soruyu ''vatan satılmaz'' saldırısı ile tamamlayabilirsiniz. Veya ''hayırhah'' bir yorumu yeğleyebilirsiniz ve bu sözlerin amacını aştığını, TC şirketlerine ve devletine ait varlıkları, hisse ve borç senetlerini pazarlamaktan ibaret sıradan işlemlerin bu kestirme ifadeyle anlatıldığını düşünebilirsiniz.
Ben, bu tür yorumlar yerine, bir ideoloji saptaması yapacağım: Bu insanlar, sadece bir ''metalar'' dünyasında yaşıyorlar; yani her şeyin, ama istisnasız her şeyin alınıp satılabildiği bir dünyada... Burjuva ideolojisinin uç noktalarında gezinen söylemlerini, bildiğimiz Türkçe ile bize aktarmaları imkânsızdır; ancak bu sorunun farkında değiller. Ve bu nedenle ''Türkiye satarım'' ifadesini şaşkınlıkla, tepkiyle karşılayanları anlamaları da mümkün değil.
Son günlerde gazetelerde, dergilerde, TV haberlerinde dolaşırken karşılaştıklarımdan küçük bir seçmece sundum.
''Türkiye'yi kimler, hangi toplumsal güçler, nasıl yönetiyor? Düşüncelerimize, söylemlerimize, dilimize nasıl nüfuz ediyorlar?'' Yanıtlarını biliyor olsak bile, bu tür sorulara, bazen, günlük haberler içinde gezinerek ışık tutmakta yarar var.