Damla Kıyak daha çok genç, kitlesel vicdanımızın üzerinde anafor kabarcıkları yüzen kapkara bataklık olduğunu bilmiyor. Her gün "Vicdanım sızladı, titredi, müsaade etmez" sahtekâr tiradı atarken kaç "kurbanı" insafsızca bu jölemsi balçığa fırlatıp attığımızı da. Vicdan, zaten başlı başlına çetrefil, sıkıntılı bir "maneviyat" ama "anlık acıma ve merhamet teşhiri" yapmayı "vicdanı" sanan bu sulu gözlü toplumun o ıssız boşluğunun da pek tekin olmadığı açık. Ve o balçığa, o haysiyet infaz mahalline kimlerin evlatları, babaları, anaları atıldı yıllardır ve her gün atılmaya devam ediyor.
Gezinin çocukları, Lice'nin çocukları, Somali madenciler, sınıfa, kökene, genlere göre yapılan "can değeri" tartımına maruz kalmadılar mı? Somada yerlerde acılı madenciler tekmelendi, tokatlandı, "insan parçacıklarımız" kımıldandı mı?
Evlat acılarını "etnik DNA testine" tabi tutarak buna "Müstahaktır çünkü sapanı bilyesi var" deyince ses mi çıkarttık ? Varsa yoksa her dem kasması "bayrak hassasiyeti" ve "çarşafa dolanmış kefen hamasetiyle" örtülmüş TOMA ve dozerlere teslim toprağın altına çocuklarla birlikte "başkalarını" hisseden insani yetilerimizi de gömmüştük. Güdülerimiz ve tınlayan iç boşluğumuz bizde kalmıştı. Damla da öğrenmişti işte. Damla'nın ağabeyi Barış Kıyak, iki yıl önce İstanbul Esenyurt'ta, inşaat şantiyesinde, naylon çadırlarda birkaç dakikada yanıp ölen ıı işçiden biri...
Cumhuriyet tarihimizin şahitlik ettiği eşsiz "zafer anıtı" çimento projelerden biri "mor ışıklı" Marmara ParkAVM inşaatında çalışıyordu. Avrupa'nın "en" büyük ve "en" pahalı AVM'sinin şantiyesinde "elektrikli ısıtıcı, sünger yatak ve hızlı tutuşan naylon çadır" yani "en" portatif ölümle hayatını kaybetmişti...
Davası geçen hafta yargının uzun yıllara bedellediği bütün iş cinayet davaları gibi "sündürüle sündürüle" bir bilirkişinin "illa işçileri kusurlu" bulan rapor safahatına kadar geldi. Elbette "faniliğin" sadece öldürülenlere ait bir yazgı olduğuna hükmeden ve "ölümle" arasına betonarme mesafeler koyan "azgın dünyevi" düzen, edep ve ölçü yüklerini atıp şaha kalkmıştı.
Yangından birkaç ay sonra AVM açıldığında kilometrelerce sıkışık kuyruklar oluşmuş ve bir haftada binlerce insanın itiş tepiş içeriye girmiş, biraz ötede erimiş cenazeleri plastik poşetlere doldurulan 11 işçiyi kimseler hatırlamamıştı. Geçen ay Damla, İş Sağlığı ve Güvenliği Meclisi'ne verdiği söyleşide "İnsanlar bilmesine rağmen çok rahat gidiyor Marmara Park Alışveriş Merkezine, benim arkadaşlarım falan da orada olduklarını duyurmak için check- in yapıyor, oysa benim ağabeyimle birlikte 11 işçi öldü orada" diyordu.
Damla arkadaşlarının "nal" gibi Marmara AVM check-in paylaşımlarıyla yaralanmıştı. Tabii ki Damla, Yeni Türkiye'nin "eski-yeni" palazlanan "tüketim sınıfı" adım attıkları her mekânda check-in yapmasalar, zırt pırt dijital bildirim atmasalar "yaşadıklarını" nereden anlayacaklardı? Tıkındığı pahalı tabağı sonra koşa koşa gittiği fitnessda yaktığı kalorisinin "check-in'ini" yapan bu "çevrim içi patetik döngüye" biz "yaşamak" diyorduk. Vitrinlere yapışmış burnumuz, sulanan ağzımız ve hikâyesiz ama logo istif hayatımızla "arada derede, bayrakla kefen arası bir noktadan" toplu şuursuzluğun check-in koordinatlarını paylaşıyorduk. 0 kalın katran yapış yapış "kitlesel vicdan" denen balçığın malzemesi nereden gelirdi ki başka?