"Annemle Konuşmalar" romanının yazarı Şöhret Baltaş: Kadınların yan yana durmasını çok önemsiyorum
Annemle Konuşmalar, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında piyasaya çıkan bir roman. Kadınlar bu romanı sevdiler. Yazarı Şöhret Baltaş'la uzun zamandır konuşmayı düşünüyorduk. Fakat araya başka işler ve psikolojiler girdi, romanı ağırdı. Şöhret Baltaş'la 2014'ün Aralığı'nda bir araya geldik. Kitabı, yazmayı, anne- kız ilişkilerini konuştuk. Keyifli ve bilgilendirici bir sohbet oldu. Necla Akgökçe
Gazetecilik eğitimi aldınız, edebiyata nasıl yöneldiniz? Evet, gazetecilik eğitimi aldım ama büyük basında hiç çalışmadım. Edebiyata hep ilgim vardı. Yazmak kendini ifade etme yolu benim için, hep yazıp çizdim. İlk öykülerimi üniversite yıllarında yazmaya başladım. 1993'te Varlık Dergisi'nde ilk hikâyem yayımlandı, o zamanlar edebiyat dergilerine öykü göndermek ve öykülerin oralarda yayınlanması önemliydi. Sadece edebiyatla uğraşmak gibi bir lükse sahip olmadığım için, yazmak, çalışmakla geçim derdiyle hep yanyana gitti. Yazdıklarımı uzun yıllar kendime sakladım. İlk romanı 2007'de yayımladım.
Koşarken Yavaşlar Gibi? Evet, romanın adı buydu. O güne kadar birikenlerin bir patlamasıydı. Yazmak çok zordu. Oğlum iki, iki buçuk yaşındaydı, aşağı yukarı iki, üç saat öğlen uykusu vardı, onu yatırmadan önce ortamı hazırlıyordum. O uyur uyamaz koşa koşa ortama geliyordum; o ortam, mutfak oluyordu genellikle. Oğlumun öğle uykularında yazdım kitabı. Ayrıca evden editörlük ve dergilere düzelti yapıyordum. Bir yandan çocuk bir yandan da evde geçimi sağlamak için yaptığım işler vardı.
Kadın ile yazı arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz, kadın olmak ve yazmak hakkında bir şeyler söylemek ister miydiniz? Yaşadığımız şeyin izdüşümü gibi erkeklerin daha çok dünya ile ilgili meselelerde araştırmaya yönelik akıla yönelik şeyler yazdığını, o alanda egemen olduğunu görüyorum. Kadınlara gelince... Rasyonalitenin alanlarından dışlanmış, ittirilmiş, kadınların bulundukları yerlerden ses çıkarmaları gibi geliyor kadın yazımı bana. Kadınların, küçücük dünyalarında, küçücük evlerinde mutlu ve mesut yaşayan insanlar olmadıklarını anlatmanın bir yolu olarak düşünüyorum yazıyı. Sıkıştırıldıkları dünyadan bir sesleniş. Benim için de böyle oldu. Konuşarak ifade ederken, erkek dünyanın itirazları araya girdiğinden rasyonalize etmeye kendimi mecbur hissettiğim, olduğu gibi anlatmadığım, duyguları, fikirleri anlatmak istedim. Kalemle kağıtla karşı karşıya kaldığında duygularını, meşrulaştırmaya çalışmak zorunda değilsin, ne hissediyorsan onu anlatıyorsun ve bu seni kalabalıklaştırıyor, çoğullaştırıyor, yalnızlıktan kurtarıyor.
Kitap bir yandan ağıt gibi ama öte yandan da anne-kız arasında çözümlenemeyen aşk-nefret ilişkisini de sorguluyor, okurken pek çok duygu durumuna giriyor insan, üstelik bunlar çok şiddetli, okuyan için ağır bir kitap, peki yazma süreci nasıldı? Bu kitabı yazmaya karar verdiğimde annem yaşamını yitirmişti. Düştükten sonra bir buçuk aylık bir hastane süreci oldu ve annem vefat etti. Uzmanlar klasik yas süresini altı ay, bir sene gibi görürler. Ama, ben annemin öleceğini anlamaya başladığım andan itibaren bunun klasik bir yas süresi olmayacağının farkına varmıştım. Bu, bir hesaplaşmaydı. Annem İzmir'deydi, ben İstanbul'daydım, ondan uzağa gelmiştim. Bu özgün durumun ortaya çıkardığı bir vicdan azabı, suçluluk durumu vardı ama bunun bütün anneleri ve kızları doğrudan kesen bitmemiş bir hesaplaşmalar zinciri olduğunun da farkındaydım. Annem öldükten sonra o sırada elimde yazmakta olduğum başka bir roman vardı, onu bıraktım. Çünkü bunu yazmadan hayatıma devam edemeyeceğimi hissettim.
O denli yaşamsaldı yani.... Evet, bunu yazmak entelektüel bir uğraş değildi, insani bir zorunluluktu. Yazmazsam nefes alamayacağım ve artık hep bununla yaşayacağım gibi hissettim. Yazmaya karar vermekle iş bitmedi. Bunun benimle annemin hikâyesi olduğu oranda, bütün annelerin ve kızların, bütün kadınların hikâyesi olduğunu hissettiğim noktada, bir yazım, bir anlatım üslubu aramaya koyuldum. Benden önce yazanların neler yazdığını okumaya başladım. Füruzan'ın öykülerinde anne-kız ilişkisi çok ele alınır, bu öykülere tekrar baktım. Türkiye'de kadınlar hakkında yazılmış çok fazla kitap var. Ama anneler ve kızlar hakkında yazılmış çok az şey var. Kendileri de anne olduktan sonra kadınlar anneliği anlatan pek çok yazı yazmışlar. Kulaktan kulağa yayıldığı ya da bize belletildiği gibi, çok kutsal duygular beslememiş anneler çocuğa karşı. İlk zamanlarda çocuktan çok sıkıldığını, anneliğin esasında çok ağır geldiğini anlatıyor kadınlar. Duygularını dillendirmekten kaçındıklarını çünkü kötü anne olmaktan korktuklarını ifade ediyorlar. Araştırma süreci bittikten sonra aslında çok da üzerinde düşünmediğimiz, sadece hissetiğimiz, dile dökmediğimiz şeylerin çok birikmiş olduğunu farkettim.
Kaynak sorunu var demiştiniz, onu nasıl çözümlediniz? İnternetten yabancı kaynakları taramaya giriştim, benim çevirebilecek kadar iyi İngilizcem yok. Çevirmen arkadaşlardan yardım alarak Adrienne Rich ve Susan Griffin'e başvurdum. Onların makalelerini çevirttim. Griffin'in bir baş cümlesi vardı. “Bugün anlıyorum ki annemin nüfus cüzdanında olan resim ona ait değil” diye, bu çok etkiledi beni. Sonra feminist pisikoterapiye yöneldim. Bu konuda da pek çok kitap okudum. Bu kitapları okurken, hastanede günlük işler peşinde koşarken, bir hesaplaşma yaşadığımı da farkettim. Ve daha sonra oturup yazmaya başladım. Benim için de çok ağır oldu, sık sık ağlayarak bıraktım. Zordu. Aslında bir yandan da ona bir kitap yazdığımı bilmiş olsaydı, çok mutlu olurdu, bunu biliyordum. Ama artık böyle bir imkân yoktu, bu da mesela çok ağır geldi. Ancak ölümleriyle, yani yokluklarıyla varlıklarını belli eden annelerimizi, bütün anneleri, bütün kadınları düşündüm, çok çok ağır bir şey bu.
Bitirememekten korktuğunuz oldu mu? Başlangıçta böyle bir kaygım vardı esasında. Ama ilerledikçe bir biçimde bitireceğimi anlamıştım. Yazmaya başlayınca kaygılarım azaldı.
Kendi kendimi büyütmek sen olmadan bir ben olmak mümkün mü, diye bir soru sormuşsunuz, annelerimiz gibi olmak, onlarla özdeşleşmek bizi niye bu kadar korkutuyor? Neden erkeklerin böyle bir dertleri yok? Orada öyle duran bir duygu vardır biri gelip size hatırlattığında onu farkedersiniz ya, öyle bir şeydi; benim bunu fark etmeme sebep olan ise okuduklarımdı. Çocuk doğmadan önce anne karnında, anneyle simbiyotik bir ilişki yaşıyor. Doğduktan belli bir süre sonra o simbiyotik ilişki, emzirme ile, bakımla devam ediyor. Cinslerin birinin ezildiği diğerinin egemen olduğu bir dünya olmasaydı, aşağı yukarı dört-beş yaşlarında çocuklar bu ilişkiden çıkıp, kendi kimliklerini ispat etmeye başlarlardı. Şu yanım anneme benziyor, bu yanım babama benziyor, bu yanım kimseye benzemiyor, bu bana ait der ve kendini keşfederdi. Ama erkek egemen toplumda, bu anlattığımız hikâye, sadece erkek çocuk için geçerli, çocuk doğuyor, simbiyotik ilişkiyi yaşıyor, bir süre sonra annesinin eteğinden çıkıp erkekleşme sürecine giriyor, bunu bütün toplum biliyor ve kabul ediyor. Annesinin eteği altında kalmaya devam eden erkek çocuklara bu nedenle ana kuzusu, hanımevladı vs. deniyor. Erkek çocuğun bağımsızlaşmasını, gidip dünyanın içinde kendi hayatını, kendi kimliğini aramasını, erkek egemen toplum destekliyor. Kendisine rol modeli olarak tespit ettiği kişi bu anlamda da baba ve kendisine en yakın erkek ebeveyn model oluyor.
Kız çocuklarda hikâye farklılaşıyor... Evet öyle. Kız çocuklar söz konusu olduğunda, erkek egemen toplum anne ile kız arasındaki o simbiyotik ilişkinin devam etmesini teşvik ediyor ve onaylıyor. Esasında anne de bunu böyle yaşıyor. Kendi kızı, kendi uzantısıymış gibi yaşıyor. Kız çocuk da uzantı olmaktan bir türlü kurtulamıyor. Mesela anne kendisini telefonla aramayan oğluna çok da sitem etmezken, kızı bunu bir gün ihmal etsin, büyük bir duygusal fırtına yaşıyor. Kız çocuklarına "sen annenin eteği altında varlığını sürdüreceksin, bağımsızlaşmak, başka bir kimlik olmak, uzaklara gitmek sana göre değil", deniyor. Kadına biçilmiş rol şu: “Kendini değil başkalarını düşünmek, kendini adamak, iyilik yapmak, başkalarının sinirliliğini, olumsuzluğunu, tembelliğini, her şeyini idare etmek, başkalarının arkasını toplamak.”
Bu başkaları genellikle erkekler oluyor değil mi? Evet, dolayısıyla kadın kendi olmaya çalışırken, simbiyotik ilişkilerin dışına çıkamıyor. Ne kız çocuğu annesi ile olan göbek bağını koparabiliyor, ne de anne bu göbek bağını koparmak istiyor. Kız çocuk annesi ile olan göbek bağını koparmak isterse, kendisinden bekleneni yapmamış oluyor. Yani aslına bakarsanız, kendini tercih ederek, bir suç işlemiş oluyor. Çünkü kadınlardan kendini tercih etmesi değil, hep çevresindekileri, ihtiyacı olanları tercih etmesi bekleniyor. Dolayısıyla anne de aslında kız çocuğunu eli kolu, bir parçası olarak gördüğü için o göbek bağını hiç koparmak istemediği için aralarında, kopamama ama kopma, sevme ama nefret etme, kopmak istemek ama koptuğunda vicdan azabı çekmek gibi gerilim yaratan bir ilişki ortaya çıkıyor.
Kopuşu kırıp dökmeden nasıl yaşarız? Hah bir de o vardı. Her kuşak kendinden sonraki kuşağa karşı çıkar, bu gelişimin doğal seyri, ama kadınlar ekstradan şöyle bir şey yaşıyorlar; hepimiz kamusal alanı aşağı yukarı babanın temsil ettiği, evi, boyun eğmeyi, fedakârlığı, şefkati, adanmışlığı annemizin temsil ettiği bir hayat kurgusu içinde büyüyoruz. Bu tabloda insan olarak annemizin o ezilmişliğine -illa da somut bir baba olması gerekmiyor, mesela babam ben çok küçükken öldü, ama onun yerini koca bir erkek toplumu aldı- insan olarak isyan ediyoruz. Tam da bu yüzden “annem gibi olmayacağım” şeklinde bir arayışımız oluyor. Annem gibi ev kadını olmayacağım, çalışan kadın olacağım diyoruz, mesela. Annem gibi çocuklarım için saçımı süpürge etmeyeceğim, kendi hobilerim, kendi alanlarım olacak. Yetişirken isyan ettiğimiz şey aslında; toplumdaki eşitsiz ilişkinin ta kendisi. Ama eşitsiz ilişkiyi bize dayatan babaymış gibi görünmüyor. Çünkü o bizle muhatap olmuyor. O akşamdan akşama geliyor, bizimle çok yüz göz olmuyor bizi kendi sınırları içine hapsetmek isteyen kişi gene annemiz oluyor. Biz onunla kapışıp duruyoruz. Hep mutfakta olup bitiyor bütün konuşmalar. Babalar ve oğullar genellikle rahatsız edilmiyor, onlar salonda, misafir odasında oturuyor, kendi hayatlarını sürdürüyorlar. Anne, kızıyla mutfakta kapışıyor. Ben yarın arkadaşıma gideceğim, diyor kız. Anne soruyor, kaçta gideceksin, kaçta geleceksin? Babanın alanı o kadar kutsal bir alan ki bütün bu incik, mıncık işler halledilip, son tahlilde babaya bir paket gibi sunuluyor. Baba ona “hayır” veya “evet” diyor. Çünkü o otoritedir, küçük işlerle yorulmamalıdır. Küçük dünyaların yönetimi kadınlara bırakıldığı için de biz daha çok annelerle karşı karşıya gelmek, onunla didişmek zorunda kalıyoruz.
Ne zaman barışıyoruz, barışıyor muyuz, barışmak mümkün mü, ne durumda barışmak mümkün? Anne dünyasından kopmadan anneyle barışmak elbette mümkün. Bu noktada ben herkes kendi yolunu belirler diye düşünüyorum. Kapitalizm yıkılmadan bir işçinin patronla barışması mümkün değil ama mesela işçinin diğer işçilerle barışması çok mümkün. Bunu ancak, annemizin bizi kısıtlayan, göbek bağını, ısrarla, inatla korumaya çalışan, bize adanmışlığı, erkekleri idare etmeyi öğreten taraflarını değil de onun da erkek toplumda ezilen bir kadın olduğunu görebildiğimiz ve ortaklaşabildiğimizde başarabiliriz. Romanın üslubuna biraz değinmek istiyorum, bir yerde duygusal yoğunluk yaşarken, yaşatırken, oradan çıkıp olayı kadınlar açısından soğukkanlı bir biçimde tahlil etmeye girişiyorsunuz, bu geçişler zor olmadı mı? Bu seçilmiş bir şey. Biz çünkü bilerek özgürleşiriz. Bilmek anlamak bizim özgürleşmemizin ilk adımı, hepsi değil ama ilk adımı. Dolayısıyla öyle hissettim ve yaptım gibi açıklamalara hiç inanmıyorum. Maddeciyim, bize bu hayatta öyle değil de böyle hissettiren, öyle değil de böyle düşündüren, öyle değil de böyle hareket ettiren milyon tane öğenin yan yana gelişi var. Bu öğeleri çözümleyemezsem, ne kendimi, ne kendim özelinde diğer kadınları, ne diğer ezilenleri, ne de ezilmişliklere dayanan dünya sistemini anlamam ve değiştirmem mümkün olmaz. Duyguların içinde hemhal olduğumuz sırada, bir an bu duyguların ne olduğuna dışarıdan bakmak ve onu çözümlemek gerektiğini de düşünüyorum. Ancak bu şekilde rüzgârın önünde sürüklenmeye karşı direnip, kendi hayatımız üzerinde söz sahibi olmaya başlayabiliriz gibi geliyor bana. Kadınlara da bunu düşündürmek istedim. Ben çok aşık olup bir adamın peşinden İstanbul'a geldim. İyi de aşk neydi? Meşrulaştırdığımız bir grup duygu, düşünce örüntüsü müydü? Ben annemi bıraktım geldim, belki de annemin yanında olsaydım olaylar böyle gelişmezdi, bu nedenle suçluluk duyuyordum. Peki ondan sonra bu suçluluk duygusunun sonu nereye kadar gidecek. Kadınlara yüklenen suçluluk duygusunu biz daha ne kadar genişleteceğiz, annenin yanında ol, kocanın yanında ol, çocuğunun yanında ol, ihtiyacı olan arkadaşının yanında ol, nereye kadar genişleyecek bu, ben bu soruyu kendime sordum. Bu romanı okuyan kadınların da sormasını istedim, bunun için böyle bir üslup kullandım. Yaşadığımı anlattım, daha sonra ona dışarıdan bakarak bu hakikaten kutsal bir şey mi, mutlak bir şey mi yoksa şu anda yaşadığımız tarihsel gerçeklikle ilgili bir şey mi? Bunu bir düşündürmek istedim.
Kadın kadına bir dünya var, sıcakta çalışan işçilere annenizin gönderdiği limonatayı verdikten sonra karşılıksız iyiliği böyle öğrendim diyorsunuz, hayatımızda bunlar çok azaldı, bunlara dair neler söylemek istersin? Yolda çalışan işçilere limonta verdiğim an benim birine karşılıksız iyilik yaptığım andı, esasında solculuk bu iyiliğin genelleşmesiyken orada aksaklıklar oldu. Bu da bana kalırsa Türkiye'de erkek rasyonalitesinin sola egemen olmasıyla alâkalı bir şeydi. 80 öncesi solun tarihine baktığımızda daha çok erkek ağırlıklı bir hareketti. Şimdi kadınların oluşturdukları gruplara bakıyorum, aynı iyilik durumu orada da devam ediyor. Siyaset genelleşip, iktidara talip olmaya başlayınca günlük yaşamdaki küçük insaniliklerin yerini, soyut açıklamalar alıyor, hissiyatın yerini akıl alıyor. Bu da gündelik hayatta pusulasız, değneksiz bırakıyor insanı, halbuki hissiyatla akıl yan yana gidebilir. Birbirini ilerletebilir, ikisi de aynı derecede kıymetli. Erkek çocuk anneyi terk ederken, duygular dünyasını da terk ediyor, ondan sonra da bu erkeklerden, kadına aşık olduklarında onların duygu dünyasını anlamasını bekliyoruz, oysa o kopuşu çoktan yaşadı, çoktan reddetti. Siyaseti de aynı şekilde duygu dünyasından uzaklaşarak yapıyorlar.
Kitabı iyi ki yazdım, diyor musunuz ve kızınız okudu mu? Evet, iyi ki yazdım diyorum. Kızım okudu. Annem, şen şakrak, espirili, dünya ile ilişkisinde mutlu bir kadındı. Ve kızım anneannesini çok severdi, kitabı ağlayarak okudu. Kızımla özel dünyamız var, annemin bana yüklediği sorumluluk dünyasından kaçırmak için ona, "benim sana ihtiyacım yok, sen git istediğini yaşa" demiştim. Ama kitabı okuduktan sonra dönüp, “sen bana hiç böyle bir ağırlık vermedin” demedi, galiba o ağırlığı o da yaşıyor bir biçimde ve galiba bu ezilmişlikler devam ettiği müddetçe herkes yaşayacak.
Teşekkürler, son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Bu dergiyi okuyanlar nezdinde şunları söylemek isterdim; annem ve kızımla yaşadığım ilişkiden anladığım şey, biz kadınlar ancak yan yana durduğumuzda güçlü olabiliyoruz. Bunu her ilişkide farkediyorum, yan yana durmayı çok önemsiyorum. ■
|
PETROL-İŞ SENDİKASI KADIN DERGİSİ Facebook Sayfamız TASARIM VE GÜNCELLEME: SELGİN ZIRHLI KAPLAN