Ne ev kraliçesi ne nüfus planlaması aracı:

 

Kadın özgür ve özerk bir varlık olmalı

 

Türkiye’de kadınlar özerk ve özgür bir varlık olmak yerine, ailevi, toplumsal, millî vazifelerini ifa eden, başkaları için yaşayan varlıklar olarak görüldüler, görülüyorlar. Bu sayımızda bu saptamaya ilişkin nedenler üzerinde durmaya çalışacağım.

 

Önce siyaset tanımını açmak istiyorum. Siyaset, yaşam alanlarımıza ilişkin devlet faaliyetleri ve aygıtı olarak yapılan yasal ve kurumsal düzenlemeler ile, bizlerin bireyler olarak bunların yapılış ve sonuçlarına ilişkin gerçekleştirdiğimiz faaliyetler olarak tanımlanabilir. Hangi yolla olursa olsun siyaset, istenen bir sonuca ulaşabilme kapasitesi, yani iktidar demektir. Kıt kaynaklar üzerinde bir mücadeledir, iktidar ise, bu mücadelenin yapılma yoludur.

Bu nedenle siyaset tüm yaşam alanlarımızı kapsar, sadece kamusal yaşam değil, özel de siyasetin konusu haline getirilebilir. Kişisel olarak görülen aile ve ev içindeki sorunlar da devletin organları kanalıyla çözüm üretilmesi gereken yerler olarak sorunsallaştırılabilir. Burası hem mahrem ilişkilerin yaşandığı alandır, buraya karışılmamalıdır ama eviçi şiddet gibi sorunlar olduğunda da müdahale edilmesi, ifşa edilmesi, üzerine politika üretilmesi, kaynak ayrılması gerekli alandır. Bu nedenle kamusal olanla özel olan arasındaki bu çizgi keskin olmaktan çok geçirgendir.

Hukuk ise siyasetin çerçevesini belirler. Devletin ne zaman, neyin kararını aldığı ya da neyin çerçevesini çizdiği ve yaptırım uyguladığı, bireylerine nasıl baktığı ile yakından ilişkilidir. Hukukla toplumların, burada yaşayan bireylerin hayatları belirlenir. Bu çok yönlü etki, kararların ideolojik boyutunu gözden kaçırmamayı getirir. Devletin kimden ne kadar yana olduğu meselesini, çıkarılan yasalara bakarak anlamak mümkündür.

 

Cinsiyet rejimi

Siyaset aynı zamanda, cinsiyet kurgusunun yapıldığı, belirlendiği yerdir. Buna cinsiyet rejimi denir. Kadın ve erkeklere ilişkin devletin politik tasarımına işaret eder. Devletin kadın ve erkeklere yönelik olarak oluşturduğu politikaları gösterir. Bu kavram, hem toplumsal cinsiyet ilişkilerini, yani kadınların ve erkeklerin rol ve sorumluluklarını, hem de bu rol ve sorumlulukların devlet tarafından tasarlandığı yapıyı anlatır. Bu yapı kadına ve erkeğe nasıl bakıldığını da açık eder. Cinsiyet eşitliğinin sağlanıp sağlanmadığını bu uygulamaların hiyerarşik ve eşitsiz bir sonuç yaratıp yaratmadığını da… İşgücü piyasası, sosyal refah, nüfus, sağlık hizmetleri, eğitim, konut ve vergi politikalarını içeren pek çok politik alanda kadınların ve erkeklerin hangi haklara sahip olunduğunu açık eder.

Cinsiyet rejimini oluşturan yapı, bireylerin yaşamını etkileyecek anayasa/yasalar ve kurumları ortaya çıkarır. İki cinsin de aynı şekilde özerk ve özgür birey olarak düşünülüp düşünülmediğini gösterir.

Şimdi baştaki saptamama dönmek istiyorum. Türkiye’de kadınların, devlet katında özerk ve özgür bireyler olarak pek görülmek istenmediklerinin, kadınların sadece aile içinde, başkaları için yaşayan varlıklar olarak görüldükleri saptamasına…

 

Evlenmeyi teşvik kanunları

Türkiye’de de annelik rolü çeşitli dönemlerde kadınlara en önemli vazife olarak verildi. Uluslaşma süreci yaşanırken, savaşın yıkıcı tahriplerini giderme, dünya ekonomik buhranının olumsuz etkilerini yaşama gibi faktörler kadınların konumunu da etkiledi. Modern devletin inşasında ve sonrasında gelişen yasal süreç, kadınları hukuksal güvenceye kavuştururken, bir yandan da onları aile ve nüfus politikalarının araçları olma konumuna indirdi. Biyolojik üretici olma, yerel kültürü aktarma, kalkınma için çalışma gibi ulusal amaçlarla kadınlara seslenildi. Kadınların bunlara yanıt vermesi gerekiyordu. Hatta kadınların bu çağrılara gönüllü katkı vermesi istendi. Hatta 20 Nisan 1930’da Mecliste Hıfzıssıhha kanunu görüşülürken en az altı çocuğu olan kadınlara ikramiye veya mükâfat verilmesi konusu gündeme getirildi.

Azalan nüfusu artırmak, doğumları çoğaltmak, çocuk sayısını artırmak için kadınlar ve erkekler evlenmeye zorlandı. Bu amaçla 1949’da Bekârlık Vergisi çıkarıldı. Aslında konu 1920’li yıllardan beri TBMM’nin gündemine getirilmişti. Örneğin, 1921’de meclisin gündemine getirilen kanunda, 25 yaşını doldurup da mazeretsiz olarak evlenmeyenler mükellef tutulacaklardı.

25 yaşını doldurmakla beraber evlenmelerine engel sağlık gerekçeleri olan ve bu gerekçeleri doktor tarafından tespit edilenler için sağlıklarına kavuşacakları tarihe kadar evlilikleri ertelenecek, bu yaşa kadar evlenmeyenler, ordu’da vatana hizmetle görevli veya bir suç dolayısıyla hapis ve kronik sağlık sebebi gibi konumda değilse, evleninceye kadar her yıl varlığı, hâsılatı ve ticari gelirinden ayrım yapmaksızın bekârlık vergisi vermek zorunda olacaklardı. Vergiler zabıta kuvveti ile tahsil edilerek mahallinin belediyesi aracılığı ile Ziraat Bankalarında açılacak ilgili hesaplara yatırılacaktı. Toplanan paranın belli bir miktarı fakir ailelere belli oranlar dâhilinde ikramiye olarak dağıtılacaktı.

1930 yılındaki yasa teklifinde ise, 25’ten yukarı ve 45’ten aşağı yaşta bulunan ve henüz evlenmemiş olan her erkek vergi verecekti. 20’den 35’e kadar olan ve bir resmî sıfatı olduğu halde devlet veya müesseseden maaş ve ücret alan kadınlar da bu mükellefiyete tabiydi. 25’ten yukarı ve 45’ten aşağı yaşta bulundukları halde aile veya kocalarının vefatı dolayısıyla bekâr kalan ve çoluk çocuk, baba veya annesi olmayan erkek ve kadınlar da kapsama alınmıştı.

Çok çocuk doğurmaları için kadınlar teşvik edildi. Örneğin altı çocuklu annelere madalya ve naktî mükafat verildi. 4 Kasım 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde bu annelerin resimleri yayınlandı. İdeal kadına ait tanımları pekiştirmek için “ev kraliçeleri müsabakası” gibi yarışmalar düzenlendi. Kadınlara ev kadını olma rolü verildi ve bu rolün nasıl olacağı kamuoyu ile paylaşıldı. Tan Gazetesi 21 Mart, 23 Nisan 1936 tarihlerinde bu müsabakanın koşullarını ve sonuçlarını yayınladı.

1940’ların savaş sonrası dönemin nüfusunu artırmaya yönelik politikalarının yerini, çocuk ve anne ölümlerinde dünya sıralamasının üst sıralarında yer alan Türkiye için 1960 sonrasında, nüfus planlaması, ana çocuk sağlığı hizmetleri, sağlık ocakları uygulamaları aldı. Bunlar doğrudan kadınların bireysel, bedenlerine ilişkin haklarını koruyan düzenlemelerdir.

 

Devletin rolü kadınlara

Günümüzde ise bu politikadan vazgeçilmeye çalışılıyor. Kadınların bedeni, Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi, tekrar devletin bir parçası, bedeni olarak görülmeye başlanıyor. Çocuklar için park alanı açmadan, üst geçitleri düzenlemeden, kreşleri çoğaltmadan kadınlardan çok çocuk doğurmaları isteniyor. Doğurganlığı artırmak ve izlemek için sağlık sisteminde yeni mekanizmalar inşa ediliyor. Mahallelerde bulunan aile hekimleri doğurma çağındaki kadınların cinselliği ve üremesini fişleme işiyle görevlendiriliyor. Kadınlar eskisinden daha fazla ve etkin biçimde evde yaşlı ve hasta bakımında, okulda okul annesi olarak gönüllü hizmetlere davet ediliyor. Bu davet, yeni isim ve görevlerle süsleniyor. Evde sağlık hizmetleri gibi politikalarla, engelli, hasta ve yaşlı bakımı yine evdeki kadınlara bırakılmaya çalışılıyor. Engelliler için bakım parası az bir miktarla kadınlara veriliyor. Devlet böylece onları hastanelerde ve bakım evlerinde bakma yükümlülüğünü üzerinden atıyor. Yani sosyal politikada devletin üstlenmek zorunda olduğu görevler kadınlara havale ediliyor.

2007 sonrası kurulan AK Parti hükümetlerinin politikalarında gözlenmeye başlanan bu durum, nedenleri ne olursa olsun, yeni bir söylem kayması olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin hızlandığı dönemin hükümetlerinin de sahiplendiği bireysel kadın eşitliği söyleminden giderek uzaklaşılıyor.

Kadınların doğurganlığını artırmaya yönelik söylemler toplumda hakim kılınmaya çalışılıyor. Kürtaj yasaklanmıyor ama engellenmesi için her türlü şey yapılıyor. Kürtajın tam teşekküllü hastanelerde yapılması zorunluluğu getiriliyor. Etik bir hak olarak doktorların kazandığı hastaya bakmama hakkı, kürtajın engellenmesinde bir araç olarak gündeme getiriliyor. Boşanmaların nedenlerini anlamak, ailelerdeki sorunları çözmek yerine, boşanmaların önlenmesi için özellikle de ilahiyatçılarla ve Diyanet İşleri Bakanlığı ile ortak çalışmalar yapılıyor. Bir dönem üniversitelerde başörtülü öğrencilere uygulanan “İkna odaları”nın bir benzeri uygulanmaya çalışılıyor; sorunun çözümü, birkaç haftalık eğitimden geçmiş sertifikalı “aile uzmanları”na havale edilebiliyor.

 

Kadın bedeni üzerinde artan denetim

Milli ve manevi değerlere bağlı bir aile yapısının kurulması hedef olarak alınıyor, kadını sadece aile içine hapseden ve onun oradaki görevlerini tanımlayan projelerin sayısı arttırılıyor. 2004 yılında başbakanlıkça desteklenen Ailem Türkiye projesi başlatılmıştır. 2011’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı arasında ailelere yönelik danışmanlık, eğitim ve sosyal hizmetleri geliştirmek için bir protokol imzalanmış, müftülükler bünyesinde Aile ve İrşad Büroları kurulmuştur. Sağlık Bakanlığı GEBLİZ (gebelik izleme) ve SAĞLIK NET-2 uygulamalarını başlatmıştır. Tüm gebelik ve sağlık kayıtlarının bakanlık tarafından izlenmesi anlamına gelen bu uygulamalarla aslında mahremiyet ihlal edilmiş, Türkiye’de kadınların bedeni üzerindeki denetim genişletilmiştir. Tüm bu takip ve izleme sistemleri bebek ölümlerinin önlenmesi hastalık takibi gibi olumlu sonuçlar yaratsa da biyo siyaset alanının kapsamını genişleten, bu alanın kadın bedeninin üzerinden denetleyen uygulamalardır. Toplumsal cinsiyet rejimin muhafazakar yapısı ve piyasadan kadınların çekilmesini isteyen liberal ekonomik politikaların bir sonucudur.

Bu arada, 2001 ve 2004 yıllarında kadınların verdiği mücadele sonucunda yenilenmiş olan Medeni Kanun ve Ceza Kanunu’ndaki kazanılmış haklar tartışmaya açılabiliyor. Çocuk gelinlerde Avrupa’da ilk sıralarda olma gerçeği bilinmesine karşın, cinsel ilişki (15 yaş) ve evlilik yaşının (16 yaş) aşağıya çekilmesi için teşebbüslerde bulunuluyor.

Oysa 2010’daki anayasa referandumunda kabul edilen 10. madde, kadınlar ve erkekler arasındaki fiili eşitliği sağlamakta devlete görev yüklenmiş, bu eşitliğin sağlanması yolunda alınacak önlemlerin eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamayacağını önemle vurgulanmıştı. Tüm bu düzenlememeler Türkiye imzaladığı bir uluslararası anlaşma olan CEDAW, yani kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesi doğrultusunda yapılmıştı. Zira, sözleşmenin 5. maddesinde, devletlerin kadın/erkek eşitsizliğine dayalı kültürel kalıp ve hükümlerle mücadele edilmesinin altı çizilmişti.

Son günlerde sıkça işittiğimiz kadın fıtratına dair özsel bir kadınlık yüceltmesi yönündeki söylemler ise, bu sözleşmenin hükümlerini uygulamak yerine bunun tam tersini, kadının özgür ve özerk birey olarak görülmediğini göstermektedir. Ama Cumhuriyetin ilk yıllarından farklı olarak, bugün Türkiye'de oldukça gelişmiş bir kadın hareketi var. Kadınların çoğu mücadele sonucu elde ettikleri kazanımlarının ellerinden alınmasına göz yummayacağa benzemiyor. ■

 

(Kaynak: Petrol-İş Kadın Dergisi, Sayı 50, Ocak 2015)