Ev ve bakım işlerini bir babayla konuştuk:

 

Başka bir babalık mümkün

 

Doğan Gündüz'ü biz tanıyorduk. Babalığının bir bölümünü gözlemlemiştik. O her ne kadar yapılması gerekeni yaptığını iddia etse de çevremizde bulunan “babalar”dan farklıydı. Tavrı “sen yemek yaparken ben de çocuğu oyalayım” babalarının yaptığına da benzemiyordu. Şimdi yedi yaşında olan kızlarının doğumundan itibaren, bakım sürecini eşiyle birlikte yürüttüler. Doğan'ın yazdığı üç çocuk kitabı var. Onunla, yani “baba” diye ağlayan bir kız çocuğunun babasıyla, baba olmayı konuştuk...

 

Necla Akgökçe

 

 

Kendinizi tanıtabilir misiniz?

İstanbul’da doğdum. Ancak benim İstanbul’um, Ankara’da üniversiteye gidene kadar küçük bir köyden ibaretti, ki ben de o zamana dek bu köyün sınırlarının dışına neredeyse hiç çıkmadım. Çocukluğumdan itibaren yaz tatillerimde kardeşlerim gibi, biz dört kardeşiz en küçükleri benim, benim de zamanım tarlada çalışarak geçti. Tarlada çalışmak, doğayla iç içe kırda bayırda olmak benim için çok öğreticiydi. Bu açıdan kendimi çok şanslı görüyorum. Babamın uzun bir süre bir fabrikada şoförlük yaptığını hatırlıyorum. Gece gündüz evde, tarlada, pazarda çalışan annem hepimizin okuması için elinden geleni yaptı. Belki de çok istediği halde gönderilmediği Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün burukluğunu bizi okutarak hafifletmek istedi. Yoksulduk, tarlada yetiştirip pazarlarda sattığımız sebzelerin geliriyle çok sıkıştığımızda da satılan birkaç parça tarladan elde edilen parayla zar zor üniversitede okuyabildik. Ben makine mühendisliğinde okudum. Şu anda özel bir firmada çalışıyorum. Evliyim. Yedi yaşında bir kızım var.

 

Sizce baba olmak ne anlama geliyor?

Yeni baba olmuş erkeklerden sıklıkla duyuyorum, “Çocuğumu elime alınca baba olduğumu anladım, babalık çok güzel bir duyguymuş” diyorlar. Bunun ezberlenmiş, bebek ilk kucağa alındığında söylenmesi gereken bir replik olduğunu düşünüyorum. Zaten böyle caka satıp ortada dolaşanlar bebekleri gece yarısı ağlamaya başlayıp uykuları kaçtığında, kendisine o “muhteşem baba olma duygusunu” yaşatan bebeğini annesiyle baş başa bırakıp sesin duyulmadığı bir başka odaya kaçıyorlar. Ya da çocuğun karnının doyurulması, altının temizlenmesi, emzirme döneminde bitap düşen annenin biraz olsun dinlenebilmesi için ev içi ve dışı işlerde daha fazla sorumluluk alması gerekirken, “ben bu işlerden anlamıyorum, yapamıyorum” gibi klişe bahanelerin, yalanların arkasına saklanıyorlar. Biyolojik olarak çoğalma yeteneği eğer özel bir hastalık söz konusu değilse tüm canlılarda var. Çoğalmak, baba olmak için bence yeterli değil. Bir çocuğun babası olabilmek bence doğumdan sonra o bebek için harcanan emekle oluşan bir şey. Bir bebeğin biyolojik babası da olmayabilirsiniz. Siz bebeğinizle ne kadar çok ilgileniyorsanız, oyun da bir ihtiyaç, ama oyuna gelene kadar bebeğin doyurulması, yıkanması, giydirilmesi, çamaşırlarının yıkanması, uyutulması, mamasının hazırlanması, gezdirilmesi gibi bir sürü şey var, onun ihtiyaçlarını karşılıyorsanız zamanla onun babası oluyorsunuz. Baba olmak bence korunmasız, savunmasız bir insan yavrusunu bir birey olarak kendi başına yaşamını sürdürebilene kadar emek harcamak, maddi, manevi sorumluluğunu almaktır. Çocuk ve baba arasındaki sevgi de böyle oluşuyor zaten. Böyle bir paylaşım olmadan bir erkeğin bebeğini eline alıp “Baba olmak muhteşem bir duyguymuş” demesi bana palavra geliyor.

 

Baba olmadan nasıl bir baba olacağınız hakkında düşündünüz mü, bir model var mıydı kafanızda, varsa bu model nasıl oluştu?

Doğrusunu söylemek gerekirse nasıl bir baba olacağımı düşünmeyi bırakın, bilinçli olarak baba olmayı dahi düşünmüyordum. Baba olmak da evlenmek de benim için uzak şeylerdi. Çevremde gördüğüm ailelerin kendi içlerindeki yaralayıcı, sancılı ilişkileri benim “aile” olmak kavramına da mesafeli olmama neden oluyordu. Benimle benzer kaygıları taşıyan eşimle “evlenmemize” rağmen uzun yıllar çocuk yapma düşüncesinden de uzak durduk. Ama itiraf edeyim kendimi bildim bileli nasıl bir insan olacağım, olmalıyım sorusunu kendi kendime soruyorum. Eksiklerimi, zaaflarımı, bilerek bilmeyerek yaptığım yanlışları gördükçe sorguladıkça düzeltmeye çalışıyorum. Daha lise yıllarında ablam ütü yaparken kendi eşyalarımı ayırıp kendi başıma ütülediğimi hatırlıyorum. Ablamın, annemin, eşimin ya da bir başkasının zamanını, emeğini benim yapabileceğim bir şey için harcaması, severek yaptığını söylese bile beni insan olarak utandırıyor. Sevdiğim insanları hem duygusal hem de maddi olarak sömürmemek için elimden gelen ne varsa kendi başıma hallediyorum. Babalık konusu da böyle... Benim ve eşimin kararıyla dünyaya gelen bir bebek var ortada ve onunla ilgili yapabileceğim ne varsa, demin de söyledim yedirmek, uyutmak, altını temizlemek yapmalıyım. Bebek büyütmek benim için daha önce hiç bilmediğim, üzerine pek kafa yormadığım bir alandı. Neyse ki kitaplar var. Okuduğum kitaplardan, daha önce bu yollardan geçmiş annelerin, babaların deneyimlerinden faydalanarak ama en önemlisi hayata emek ve paylaşım temelli bakışımla kendime bir yol çizmeye çalıştım.

 

Kızınız doğduktan sonra ona yönelik bakım işlerinin büyük bölümünü siz üzerinize aldınız, bu sizin açınızdan nasıl bir deneyimdi?

Üstlendiniz deyince sanki bana ait olmayan bir şeyi sırtlamışım, eşimin göreviymiş de ben ona destek oluyormuşum gibi bir anlam çıkıyor. Bir şeyi üstlenmiş değilim, sadece yapmam gerekenleri yaptığımı düşünüyorum. Bu zor, zahmetli, yıpratıcı, güzel, keyifli, öğretici ve bir o kadar da benzersiz bir deneyim benim için. Tırtılken kozadan çıkıp bir anda kelebek oluyorsunuz. Daha önce deneyimlemediğiniz yeni bir hayatı yaşamaya başlıyorsunuz. Arkadaşlıklar, uyku düzeni, ziyaretler, yemek düzeni gezdiğiniz sokaklar her şey ama her şey bir bir elden geçiyor. Kendinize yeni bir yaşam kuruyorsunuz. Çocuksuz günlerin yaşama biçimini gardırobunuzdan çıkarıp içine çocuklu mevsimin yaşama düzenini koyuyorsunuz. Sadece yaşama düzeniniz değişmiyor, siz de çocukla birlikte değişiyorsunuz. Onunla birlikte bebek, gün be gün büyüyerek çocuk oluyorsunuz.

Bebek bakımı sanırım en zor işlerden biri. Aklınızı, dikkatinizi, emeğinizi yirmi dört saat bir bebeğe ayırmanız gerekiyor. Sağlıklı bir insanın kısa bir süre sonra “yeter artık” deyip isyan etmemesi ya da kendi içine kapanıp “herkesin kolayca yaptığı” bir şeyi ben niye yapamıyorum diye kendini suçlamaması işten bile değil. Bebek bakımının ne kadar akıl ve beden sağlığını yıpratan bir iş olduğunu görünce bir evde tek başına çocuk büyüten kadınların emeğinin görmezden gelinmesinin büyük bir kötülük olduğunu daha iyi anladım. Erkekler çocuk bakımı işini değersizleştirerek hem yapmaları gereken işlerden kaçıyorlar hem de kadını küçümseyerek kendilerini yüceltmeye çalışıyorlar.

 

Sizce erkeklerin, ben emziremem gibi bahanelerle bakım emeğinden kaçmaları, çocukla belli zamanlarda, sadece oynamak için beraber olmaları, onlara neler kaybettiriyor?

Bebek bakımı zor olmasına zor bir iş, ama “bu zorluk nedeniyle ben bebek bakamıyorum” bahanesinin arkasına saklanılarak kaçılacak bir iş değil. Aslında bakarsanız erkeklerde buna benzer sürüsüyle bahane var. Evde gömleğinin düğmesini bile dikemediklerini iddia ederler, ama “terzilikte en söz sahibi olanlar onlardır”. Bir kap yemeği ocakta ısıtmayı beceremezler ama “aşçılıkta üstlerine yoktur.” Yılda bir kez mutfağa girip salata yaparlar, bir sonraki yıla lütfedip yeni bir salata yapana kadar ne muhteşem salata yaptıklarını anlatır dururlar. İşyerlerinde camları gıcır gıcır, yerleri pırıl pırıl yaparlar, arabalarını bütün mahalleye göstere göstere temizleyip parlatırlar ama her nedense evde toz bezine elleri gitmez. Bebek bakımı için de durumun farklı olduğunu sanmıyorum.

Evet, bebekle ilgili neyi ne zaman, nasıl yapacağınızı bilemiyorsunuz, ama kısa bir süre sonra nasıl uyutacağınızı, nasıl besleyeceğinizi, altını nasıl temizleyeceğinizi öğreniyorsunuz. Zaten hastaneden ayrılmadan da bu konularda temel bilgileri veriyorlar. Öğrenmek isteyen, yapmak isteyenin kolaylıkla yapabileceği işler bunlar. Sonuçta emzirmenin dışında kadınlar da bunları genetik kodlarla öğrenmiyorlar.

Sorunuza gelince babaların bakım emeğinden kaçmaları, biraz ağır olacak ama, onlara insanlıklarını kaybettiriyor. Her ne ad altında olursa bir insanın diğer bir insanı sömürmesi ona insanlığını kaybettirir. Üstelik eşlerin, kadın olsun erkek olsun toplumsal kodlar nedeniyle bu ilişki biçimini doğal görmesi de bu gerçeği değiştirmez.

Kaybedilen başka şeyler de var tabii, bir bebeğin emeklemesini, ayağa kalkmasını, ilk kelimesini, sevincini, ağlamasını, parmaklarınızı tuttuğundaki insan sıcaklığını, hoşgörüyü, insanları sevmeyi, annenizin babanızın sizi ne emeklerle büyüttüğünü fark etmeyi, çocuğunuzu da katarak eşinizle aranızdaki sevginizi daha da büyütme fırsatını, kendi çocukluğunuzu ve de geleceğinizi kaybettirir.

 

Çocuk bakımı erkekliğe zeval getirir mi?

Niye getirsin ki? Aksine çocuk bakımına dâhil olmamak getirse getirse insan olmaya zeval getirir.

 

Toplumda var olan, “babalık” anlayışı ve kodlarının ötesinde başka türlü bir babalık mümkün mü ve bu nasıl bir şey olur?

Tabii ki mümkün. Kadın ve erkeğin eşit, paylaşımcı, özgürleştirici, birinin diğeri üzerine tahakküm kurmadığı bir ilişkiyi pratiğe dökebilmeleri durumunda klasik “baba” anlayışının da dönüşeceğini düşünüyorum. Bu sadece o ilişki için değil, toplum için de iyi bir şey olacaktır.

Bir anımı paylaşmak istiyorum. Kızım, ilkokula başladığının ilk günlerinde okulunda bir sebeple ağlamaya başlamış, bu arada kendisi sıkı bir ağlayıcıdır, susturabilene aşk olsun. Okul müdürü dâhil başına toplanmışlar, susturamıyorlar. Sınıf öğretmeni beni telefonla aradı, çaresizlermiş, ne yapacaklarını sordu. Kızımın ağlama sesini duyunca içim parçalansa da “Çok ilgi göstermeyin, bir süre sonra susar” dedim. Tam telefonu kapatacağım öğretmeni “Size bir şey söyleyeceğim” dedi “kızınız, diğer çocukların tersine baba diye ağlıyor”

Nasıl bir babalık sorusunun karşılığını tam bilmiyorum, bir model de öneremem. Bu sorunun cevabını verse verse çocuklar verebilir. Ama şundan eminim, eğer bir çocuk başı sıkıştığında “baba” diye ağlayabiliyorsa o baba “başka bir babalık” için önemli ve güzel bir adım atmıştır.

 

Çocuk kitapları da yazıyorsunuz, üçüncü kitabınız çıktı sanıyorum, çocuk kitapları yazmaya ne zaman ve niçin karar verdiniz?

Malum zaman çok hızlı geçiyor. Çocukluk çok özel bir dönem. Hem anne-baba hem de çocuk için. Çevrenize baktığınızda da görürsünüz, anneler babalar çocuklarının etrafında dört dönerler, fotoğrafını veya filmini çekmek için. Zaman zaman bunu ben de yapıyorum. Ancak bu çekimlerde kendi duygu ve düşüncelerimin eksik kaldığını fark ettim. Bu eksikliği gidermek amacıyla bir bebek ile babası arasındaki karşılıklı ilişkiyi kendimce öyküler halinde yazmaya başladım. Bir bebeğe bakmak gerçekten çok yıpratıcı bir iş, eğer kendinizi sağaltacak fırsatlar yaratamazsanız, kendiniz de o yıpratıcılık girdabının içinde kaybolup gidiyorsunuz. Ben çıkışı yazmakta buldum. Gündüz işe gidiyordum. Akşam gelir gelmez kızımın bakım işlerini devralıyordum. Uyutana kadar bir telaşla geçiyordu. Onun uyuması bizim için de uyuma fırsatıydı. Gece sebepsiz uyanınca ilgilenmeler, mamasını, suyunu vermeler derken sabaha yaklaşıyorduk. Ben erkenden saat dört civarı uyanıp yazmak için masamın başına geçiyordum. Sonra sabah koşturması, işe gitme, işin yoğunluğu ve eve dönüş. İşte çalışırken evde bebeğime bakmaktan daha az yorulduğumu, işin benim için dinlenme yeri haline geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu koşturma ve sıkıntı içinde yazmak beni sağalttı, diri tuttu. O günlerde yazdığım hikâyelerden biri çocuğuna doğum günü hediyesi olarak bir masal yazma derdinde olan bir babanın hikâyesiydi. İşte bu hikâyedeki masal yazdığım hikâyeyi de aştı, aldı başını özgürlüğünü ilan etti. Böylece ortaya “Kaçan Uykuların Peşinden” adlı Can Çocuk Yayınları'nın bastığı çocuk romanı ortaya çıktı. Kaçan uykular konusu tabii ki bebeklerin uykularının neden kaçtığı sorusu üzerine temellendi. Bu fikir bebeğimin ilk aylarında uyuyamadığı bir gece, onu portbebesinin içine koyup gecenin bir yarısı saatlerce ay ışığı altında balkonda ileri geri turladığımda aklıma gelmişti.

Anlayacağınız “Benim çocuğum oldu, şimdi bir çocuk kitabı yazayım” diye bir düşüncem hiç olmadı. Süreç beni buraya sürükledi. Tabii yazmanın keyfini alınca bunu sürdürmeye başladım. Ardından yine Can Çocuk Yayınları'ndan manzum öykü diyebileceğim, “Sahi Benim Annem Hangisi?” yayınlandı. Bunu da Nisan ayında Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan “Kayıp Çocuklar Bahçesi” izledi.

 

'Sahi Benim Annem Hangisi' kitabınızda, anneliğin genetik kodlarla alakası olmadığını, ama bir emek verme işi olduğunu anlatmışsınız, bu anlamda annelik babalık rolleri de pekâlâ değişebilir, bu konuda neler söylemek isterdiniz?

Ben anneliğin de babalığın da emek vererek elde edilebilecek “ünvanlar” olduğunu düşünüyorum. Biyolojik anne baba olmadığı halde çocuklarını büyük özveriyle yetiştiren nice anne baba, nice çift var. Yine ağlama örneğine dönersek bu çocukların canı yanıp ağlamaya başladıklarında akıllarına ilk olarak biyolojik olmayan, ama yürekten annesi babası olan insanlar geliyor. Bu benim değerlendirmem. Ama bunun da kesin doğru olduğunu iddia etmiyorum. Bu yüzden de dikkatli gözlerden kaçmayacak ithafımda “Kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği sorunun sahibine” diyorum.

 

Kızınız kitaplarınızı seviyor mu?

Bilmiyorum, ama kitaplarımın yayınlanması hoşuna gidiyor. Yazdıklarımı eleştiriyor da. Genelde bir metni bitirdiğimde ona da okuyorum, değerlendirmesini alıyorum. Ama hâlâ ne iş yaptığımı anlamış değil. Bir yandan işe gidiyorum, mühendislik gibi bir mesleğim var, diğer yandan evde ondan arta kalan zamanda bir kenara çekilip kendimce bir şeyler karalamaya çalışıyorum.

Belki yazdıklarım ona hitap etmeyebilir, bunu önümüzdeki günlerde daha net göreceğim. Ama zaten biliyorsunuz kitaplar, yazılanlar, sanat eserleri, müzik gibi şeyler çoğu kez en yakınınızdakine değil sizden uzak olduğu halde aynı düşünceye, kaygıya sahip olanlara daha fazla hitap ediyor.

 

Son olarak ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?

Geçenlerde kızım hayat bilgisi dersinde anne babanın görevlerinin neler olduğunu işlemişler. Bunlarla ilgili cümleler yazmışlar. Bize anlatıyordu, “Anne yemek yapar, çocukların bakımı yapar” gibi bir cümle yazmışlar. “Sen ne yaptın peki?” diye sordum. “Ben de yazdım” dedi. Gördüğünüz gibi toplumsal kodların değişmesi için biraz daha zamana ihtiyaç var. Siz ne kadar örnek olsanız da sizin dışınızdaki değirmen her şeyi, kendi çocuğunuzu bile öğütüyor. Yine de kızımın yazdığı cümle ile yaşadığı arasında kafasının karıştığını biliyorum. Kafa karışıklığı güzeldir, bizi olması gerekene, güzel olana götürür.

Son olarak sakın bütün bu anlattıklarımdan sanki kızıma bir tek ben bakıyormuşum gibi bir anlam çıkmasın. Eşimle, hatta anneannemiz ve dedemiz ile birlikte dört kişi yan yana, paylaşarak, paslaşarak kızımızı büyütmeye çalışıyoruz. Bu anlamda ben çok şanslıyım. ■

 

 

(Kaynak: Petrol-İş Kadın Dergisi, Sayı 51, Haziran 2015)