1 Distopya: Damızlık Kızın Öyküsü ve

 

1 Ütopya: Sendikalarda Mor Devrim

 

Kadınların üreme haklarına müdahalenin pek çok biçimi var. Çoğu kez, doğuma teşvik paketleriyle karşımıza çıkan bu durum, hamilelik nedeniyle işe alınmamak, işten çıkarılmak, ne zaman hamile kalıp kalınmayacağına işverenin karar vermesi gibi uygulamalarla kadınların iş yaşamını çekilmez hale getirebilmektedir. Akademisyen Ayten Davutoğlu, kadınların insan haklarının önemli bir parçası olan üreme hakkına sahip çıkma mücadelesini geçmişten ve günümüzden örneklerle anlatıyor.

Ayten Davutoğlu*

Kadın hakları mücadelesinin en önemli alanlarından biri de hiç kuşkusuz üreme haklarıdır. Üreme hakları dendiğinde, kadınların doğurmayı ya da doğurmamayı seçme hakkından, gebelikten korunma yöntemleri ve diğer üreme sağlığı hizmetlerine ücretsiz ve güvenli bir biçimde erişimine, aile planlamasından, kürtaja (hamileliği sona erdirmeye) ve cinsellik eğitimini de içerecek biçimde bir dizi haktan söz etmek mümkündür.

Bu hakların kadınlar bakımından vazgeçilmez önemde olmasının en başta gelen nedenlerinden biri içerikleri itibariyle, kadınların doğrudan kendi bedenleri ve hayatları üzerinde karar vericiler oldukları bir çerçeve sağlamalarıdır. İşte tam da bu yönüyle üreme hakları ve cinsel haklar biyopolitik tartışmaların merkezindedir. Son yıllarda Amerika, Filipinler, Polonya ve Rusya’ya dek uzanan farklı coğrafyalarda popülist sağın yükselişi ile beraber muhafazakârlaşma ve köktencilik eğilimlerinin yaygınlaştığını ve özellikle kadınların üreme hakları üzerinde kısıtlayıcı nitelikte geri adımlar atıldığına/atılmak istendiğine tanıklık ediyoruz.

Popülist sağın bu kısıtlayıcı politikaları meşrulaştırmak için kullandığı temel dayanak ise ‘aile-indirgemeci’ politika ve söylemdir. Kadını yalnızca ailenin bir parçası olarak görerek; kadın olmayı annelik ve doğurganlık rollerine indirgeyen, aile içi güç dengelerini kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıklar, fıtrat, doğa ve yaratılış ile açıklayarak görünmez kılmaya yarayan bu politikalar etrafında, kürtaj hakkının yeniden tartışmaya açıldığını, kadınların çocuk doğurma/doğurmama kararları üzerinde baskı kurulduğunu görmekteyiz. Böylelikle asıl olarak, kadınların öncelikle kendi bedenleri ve hayatları üzerinde yegane özneler olarak var olmalarının önüne geçilmeye çalışılmaktadır.

 

"Kadınlar üremeden gelen gücünü kullanıyor"

Ancak elbette bu kısıtlamalar karşısında kadın hareketi sessiz kalmıyor ve kalmayacaktır da. Pek çok ülkede kadınlar üreme hakları ve beden politikalarına ilişkin olarak giderek artan baskıcı ve sınırlayıcı söylem ve uygulamalar karşısında basın açıklamaları yapmak, imza kampanyaları düzenlemek ve sokak yürüyüşleri/eylemleri yapmak gibi çeşitli yollarla seslerini duyurmak için protestolar düzenliyorlar. Ama bunların da çok ötesinde kadınların kendi bedenleri ve hayatları üzerindeki baskılara karşı çıkmak için kullandıkları bir silah daha var: GREV, yani üremeden gelen gücü kullanmak.

Evet, kadınlar 2016 ‘da Polonya’da "Kara Pazartesi" adı verilen eylemlerle, kürtajın tamamen yasaklanması için getirilen yasa tasarısını protesto etmek için grev yoluna başvurdular. Bu eylemlerde kullanılan sembollerin ise çok farklı bir anlamı vardı: Margaret Atwood’un Handmaid’s Tale (Damızlık Kızın Öyküsü) isimli distopyasında anlatılan "damızlık" kadınlar gibi giyinerek boy göstermişti bazı eylemciler. Peki Damızlık Kızın Öyküsü romanıyla bu kadın grevi arasında nasıl bir ilişki vardı? Margaret Atwood kadınların üreme haklarının baskıcı iktidarlar tarafından denetlendiğinde ve düzenlendiğinde kadınların nasıl çocuk doğurma makinelerine dönüşebileceğini anlatmıştı 1984 tarihli romanında.

İşte bu distopyanın hiçbir zaman realiteye dönüşmemesi için üreme hakları için greve çıkan kadınlar, okullara girmemişler, işyerlerine gitmemişler ve belki de en çarpıcı olanı ev ve bakım emekçisi olarak üstlendikleri işleri yapmamışlardır, yani yeniden üretimden gelen güçlerini kullanmışlardır. Dolayısıyla kadınlar hem üretimden gelen hem de yeniden üretimden gelen güce sahip olduklarının bilinciyle hayatı durdurmuşlardır. Bu bakımdan kadınların üreme hakları üzerinden greve gitmeleriyle başlayan Kara Pazartesi eylemleri, hepimizin gelecek Salı, Çarşamba ve Perşembelere dair üzerinde düşünmemiz gereken eylemlerdir.

 

"İşverenler kadınların üreme haklarına müdahale ediyor"

İktidar her yerdedir dolayısıyla kadın bedeninin denetlenmesine yönelik uygulama ve söylemler yalnızca popülist sağ siyasetle sınırlı değildir. Kapitalizm doğası gereği beden denetimi, işverenlerin kadınların üreme hakları ile ilgili sınırlamaları, kısıtlamaları ve müdahaleleri ya da bunları yapabilmeye yönelik girişimleri olarak da karşımıza çıkagelmiştir. Her ne kadar en azından çoğulcu demokratik rejimlerde, kadın hareketinin onlarca yıldır süregelen mücadelesiyle elde edilmiş kazanımlar sonucu, yasalar önünde, çalışma yaşamında özellikle üreme haklarına yönelik ayrımcılığın önüne geçilmesi yolunda sorunlar büyük oranda halledilmişse de, hâlâ işverenlerin kadın işçilerin bu hakları kullanmalarını engelleme girişimleri sona ermiş görünmemektedir.

Bunun en bariz örneklerini kadın direnişlerinin gerekçeleri arasında bulmak mümkündür. Örneğin 2006 yılında Antalya’da başlayan ve Türkiye’nin 2000’li yıllarına damgasını vuran kadın direnişlerinden biri olan Petrol-İş üyesi kadın işçilerin Novamed grevine yol açan nedenlerden en önemlisi kadın işçilerin üreme haklarını kullanmalarının önündeki engellerdi. Bu noktada bir direnişi, kadın direnişi yapan şeyin, kadınların niceliksel çoğunlukları olduğu kadar, doğrudan kadın olmanın kendisiyle ilgili işyeri düzeyindeki deneyimler olduğu gerçeğini yeniden hatırlamak gerekir. Üreme haklarının işveren ve temsilcileri eliyle kısıtlandığı işyeri deneyimleriyle ilgili olarak, Petrol-İş Kadın dergisinin hazırladığı Novamed dosyasında yer alan Novamed’li kadın işçilerin aktarımları, baskıların nasıl ve nereden geldiğini apaçık ortaya koymaktaydı.

Aynı üretim hattında çalışanlara doğum sırası konulması, kadınlara gebe kalabilmek için belli bir süreye uyma zorunluluğu getirilmesi, çocuk sahibi olabilmek için tedavi gerekmesi durumunda buna izin verilmemesi gibi doğrudan üreme hakkına yönelik yasak ve kısıtlamaların yanı sıra bunlarla ilişkili olan emzirme izninin verilmemesi, hamile işçilerin gece vardiyasında çalıştırılması gibi yalnızca kadın işçilerin beden sağlıklarını etkileyen olumsuz başka uygulamalar da kadınların grev kararı almasında etkili olmuştu. Zaten kadın bedeni üzerindeki bütün bu akıl almaz denetim ve baskılar, sermayenin yalnızca üretim, maksimum verimlilik ve emek sömürüsü arzusu ile açıklanamaz. Bunlarla birlikte, işverenin ya da yöneticinin çalışan kadın bedeni üzerinde tahakküm kurmasını sağlayan işyeri pratiklerinin, kadınların üreme ve cinsel hakları çerçevesinde de tartışılmaları gerekir. Bu bakımdan endüstri ilişkileri bağlamında, kadın işçilerin direnişleri değerlendirilirken mücadele zemininin üreme hakları üzerinden de kurulabileceği ihtimalini sürekli göz önünde tutmak gerekir.

Nitekim DİSK’in açıkladığı Türkiye’de Kadın İşçi Gerçeği: Daha Fazla Ayrımcılık, Düşük Ücret, Güvencesiz İstihdam Raporu’na göre, 2018 Türkiye’sinde kadınların yüzde 8.6’sı işyerinde medeni durum/çocuk sahibi olma durumuyla, yüzde 4.2’si çocuk sahibi olma ya da olmama, yüzde 2.6’sı ise cinsel yönelimi ile ilgili ayrımcılık yaşamaktadır. İşyerinde yaşanan ayrımcılıkların azımsanmayacak bir oranı (toplam % 15.4) doğrudan sözünü ettiğimiz üreme haklarının kullanılmasının engellendiği durumlardan kaynaklanmaktadır.

Üstelik işe alım aşamasıyla ilgili olarak, 6701 Sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu 6. Madde açıkça "işveren veya işveren tarafından yetkilendirilmiş kişi, istihdam başvurusunu gebelik, annelik ve çocuk bakımı gerekçeleriyle reddedemez" demesine rağmen, iş başvurusu aşamasında hamilelik kararları sorgulanmakta, istihdamın ön koşulu olarak kadınların kararlarını etkileyecek telkin ve tehditlerde bulunulmaktadır. Ayrıca, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 5. maddesi uyarınca işverenin cinsiyet ve gebelik gerekçe göstererek ayrımcılık yapamayacağı ilkesine rağmen, iş akdinin geçerli olduğu süreçte de üreme sağlığına ve haklarına yönelik şikâyetlerin nadir yaşanan örnekler olmadığı bilinmektedir. Kayıt dışı çalışan kadınların mağduriyetleri ise rakamlara yansımasa bile herkesin malumudur. Dolayısıyla gerek üretim gerekse hizmet sektöründe işin niteliğinden bağımsız olarak kadınların maruz kaldığı bu türden hak ihlâlleri karşısında, tıpkı Novamed örneğinde olduğu gibi sendikanın bir baskı unsuru olarak devreye girmesiyle birlikte önemli kazanımlar elde edilebilir. Burada endüstriyel direnişi ve mücadele hattını kurarken, sendikaya düşen en önemli görevlerden biri kadınların üreme hakları savunusunun sesi olmaktır. Çünkü bu savunu, sendika bakımından işyerinde kadınların erkek çalışanlarla birlikte karşı karşıya kaldığı diğer haksız uygulamalara karşı girişilen mücadeleden farklı bir anlam taşır.

Kadınların üreme ve cinsel haklarını merkezileştiren bir savunma hattı sendika bakımından stratejik önemdedir çünkü kadınların hayatları, bedenleri ve cinsellikleri üzerinde karar verme hakları üzerinden politika geliştirmek, bugüne kadar hep sorunlu olmuş sendika ve kadın ilişkisini yeni ve farklı bir boyuta taşıma potansiyeline sahiptir.

 

"Sendikalarda mor devrim şart"

Ancak bu çok kolay olmayacaktır elbette. Hepimizin bildiği gibi sendikalar erkek egemen yapılardır. Aynı DİSK raporuna göre, 2018’te Türkiye’de kayıtlı çalışan her yüz kadından yalnızca 8’i sendikalıdır, yani Betül Urhan’ın literatüre geçmiş ifadesiyle ‘sendikasız kadınlar kadınsız sendikalar’ geçmişte kalmış değildir. Bu sebeple, makro düzeyde sendikaların kadın bedeni ve üreme haklarına dair egemen söyleme mevcut halleriyle meydan okumaları mümkün görünmemektedir. İstisnai örnekler dışında, hâlâ kadın sorunlarının ikincilleştirildiği, kadın temsilinin ve görünürlüğünün çok sınırlı kaldığı ve benzer şekilde kadınların karar alma mekânizmalarında çok az yer aldığı sendikal yapıların bizzat kendilerinin dönüşmesi gerekir.

Peki bu dönüşüm için sendikalarda bir mor devrim olmasını beklemek mi gerekir? Bu soruya verilecek yanıtlar çok çeşitli ve detaylı olacaktır hiç kuşkusuz, ama burada yeni tartışmalara da yer açması bakımından şunu söyleyerek bitirelim sözümüzü: Dönüşümün olanaklarını yapıların içinde ve içsel dinamiklerinde arayabiliriz. Ama aynı zamanda üreme haklarıyla ilgili yaşanan sorunların da tetiklediği ve onlarla iç içe geçmiş direnişlerde kadın hareketiyle ve feminist hareketle ittifaklar kurarak da mücadeleyi büyütebiliriz. Kadınların üreme haklarını, grev, sendika ve endüstriyel militanlık gibi eril alanlar ve üretimden gelen güç üzerine inşa edilmiş bir çerçeve içine dahil etmek ve marjinal olmaktan çıkararak merkezileştirmek dönüşümün bir parçasıdır. Çok yönlü ve eş zamanlı yapılacak bu mücadelede, sendikalarda bir mor devrim yapılması gerektiğini düşünen kadınlara olan ihtiyaç da her zamankinden fazla olacaktır. Zor ama sendikalarda mor devrim şart!

* Dr, Öğretim Görevlisi

 

 

(Kaynak: Petrol-İş Kadın Dergisi, Sayı 58, Mayıs 2018)