• industriAll global
  • industriAll europe
  • Retun See
  • Petrol-İş Kadın Dergisi
Belgesel: Petrol-İş Tarihi

Ergin Yıldızoğlu/ Cumhuriyet

GEZİ PARKI’NDAKİ IŞIĞIN GÖSTERDİĞİ

17.06.2013

 

Başbakan’ın ülkeyi, toplumun, dünyanın rızasını alarak ya da rızasını alıyormuş gibi göstererek yönetmeyi başardığı o “cennet” günleri artık geride kaldı. Başbakan bu “cennet”ten, polisin, Gezi Parkı’na acımasızca saldırdığı sabah kovuldu. Metafora devam edersek, o artık bir “günahkârdır”. Başbakan, o günden bu yana bu“günahın” kefaretini ödemeye çalışmak yerine, ünlü 7 günahtan, öfke, gurur, ihtiras gibi yeni eklemeler yapmaya devam ediyor. Bu yüzden de onun “dönülmez akşamın ufkunda” olduğunu söyleyenlerin sayısı artıyor.

Zamanın yeni ruhu (Zeitgeist)

Zamanın maddesini “Büyük Durgunluk”, ruhunu da “Arap Uyanışı”, İşgal Hareketi ve “Sanal Uzay” savaşları (sosyal medya, hackers, istihbarat kompleksleri) üçlüsü oluşturuyor. AKP Türkiye’si, BOP’da ilk “rejim değişikliğinin” örneğiydi, bir sivri akıllının iddia ettiği gibi “Arap Baharı”nın değil: Bu yüzden AKP, Zeitgeist içinde bir anakronizm oluşturuyor. 
İçerde toplumsal muhalefet sessiz kaldığı, dışardan “Erdoğan Rules! O.K!” şakşakları duyulduğu, medya AKP’nin çaldığı düdüğe göre zıpladığı sürece bu anakronizm, “yetmez ama evet”le desteklenen bir “demokratikleşme” fantezisinin aracılığıyla gizlenebildi. 
Tüm bunların cazibesiyle gözleri kamaşan AKP, kendini “ebed müddet iktidar” sanmaya başlamıştı ki, realitesi ortasından çatlayıverdi. Şimdi Başbakan ve partisi hiç alışık olmadığı bir durumun içindedir. Kafalarındaki dünya resmi, dünyanın nesnel durumuna uymadığı için, yaşadıklarını anlayamadan kocaman gözlerle, Taksim’den yükselerek ülkenin büyük kentlerinin bulvarlarında meydanlarında yankılanan seslerin, bu seslere dünya kentlerinden gelen destek mesajlarının, düne kadar kendisine övgüler yağdıran dünya medyasının “sultan, diktatör, otokrat” suçlamalarının, “izleğinin metnini kaybetti” türü alaycı yorumlarının, “Sen meydanı bırak önce partine bak” türü uyarıların, ABD ve AB gibi büyük güçlerin kendisine salladığı parmakların karşısında öylesine duruyorlar: Bize ne oldu? Neden şimdi buradayız?
Başbakan, bu durumdan çıkmak için çırpındıkça daha da batıyor. Başbakan’ın başdanışmanı CNN’de Amanpour gibi aslında kolaylıkla uzlaşması beklenen bir gazetecinin karşısında, Batı’dan hesap sorarak üste çıkmaya çalışırken hem komik, zavallı duruma düşüyor hem de AKP’nin uluslararası imajına bir çizik daha atıyor.
Başbakan sözlerinin, tehditlerinin etki yapmadığını hissettikçe sertleşiyor. Eski müttefiki Cemaat’ın sert muhalefetinden, elindeki kozları, arkasındaki güçleri düşünerek korkuyor. Partisi de korkuyor, “Nereye gidiyoruz?” gibisinden cılız da olsa ilk kez bazı sorgulayan sesler geliyor. Bu koşullarda Başbakan’ın refleksleri kendini, iktidarını, ülkeyi ikiye bölme pahasına korumaya, adeta son savaşına girmeye hazırlanan bir politikacı izlenimi veriyor. İster istemez akla epeyce çılgın imparator görmüş bir uygarlığın “Quem deus vult perdere, dementat prius” (Tanrılar yok edecekleri insanın önce aklını kaçırtırlarmış) uyarısı geliyor.
Başbakan’ın toplumsal desteği azalırken düşmanları çoğalıyor; ABD ve Avrupa açısından, bölgede büyük stratejik öneme sahip bir ülke olarak Türkiye’yi kimin, nasıl yönetmeye devam edeceğine ilişkin zor ve kaygı verici bir soru şekilleniyor. Bu merkezlerde uzmanlar, “kullanıp atma, hatta Marcos, Saddam, Mübarekörneklerinde olduğu gibi çöpe atma alışkanlığıyla” başlarını kaldırarak aranmaya başlıyorlar.

Eski ve yeni - hazin ve epik

Başbakan açısından hazin bir durum bu. Bu durumu görerek değişmeyeceği ya da çekip gitmeyeceği için, Türkiye halkları açısından ise tamamlanana kadar büyük özveriler, yeni kahramanlar, hainler, kurbanlar isteyecek olan bir “epik tragedya”...
AKP zamanın ruhu içinde bir anakronizm oluşturur, giderek yalnızlaşırken Gezi Parkı hem zamanın ruhuna, maddesine tümüyle ait hem de bu nedenle bu “epik tragedya” içinde yalnız değil.
Gezi Parkı olayıyla birlikte “Burası Tahrir değil” tartışmasının başlaması, bu yalnız olmama durumunun ilk göstergesiydi. Tabii ki Gezi Tahrir değil, nasıl Tahrir, Porto del Sol, Zucotti Park, Sintagma Meydanı değilse... Evet, bunların hepsi özgün olaylardır ama hep birlikte ortak bir zamanı, evrensel boyutu paylaşıyorlar. Geçen hafta Sao Paulo halkı sokaklarda gazlanırken hükümete, “Aşk bitti, Türkiye burada” diye bağırıyordu.
Biraz teori alanına geçmeme izin verirseniz “yeni olanı”, Gezi “olayı”yla ilgisini göstermeyi deneyebilirim. Kapitalizmin krizi içinde, değişim, dönüşüm süreçlerinin bir parçası olarak Fordist sermaye birikim rejimi tasfiye olurken kitlesel sanayi üretimi, fabrika işçisi, örgütleri, kültürü ve alışkanlıklarıyla, değişik yerlerde farklı hızlarda eriyor ya da bir mutasyon geçiriyor. Sermayenin yeni teknolojilerle dönüştürdüğü, ve/veya yeni girdiği, bilişim ağlarına bağlanmaya başladığı alanlarda oluşan maddi, simgesel, duygulanım yaratıcı (affective) üretimin üzerinde yeni bir sınıf tarih sahnesine çıkıyor.
Foucault’un “disiplin toplumu” olarak tanımladığı, bireyi kurumlar içinde, bedene esas olarak dıştan dayatılan disiplin ve cezalandırma rejimiyle zapt eden “rejim”, siyasi partileri, kitle sendikaları, kamusal eğitim ve sağlık kurumlarıyla birlikte dağılıyor. Yeni şekillenmekte olan sınıfın bireylerinden artık disiplini içselleştirerek kendi kendini disiplin altına alması, sermayenin gereksinimlerine göre sürekli eğitmesi, yenilemesi, işgücünün tüm yeniden üretim sorumluluklarını bireysel düzeyde omuzlaması isteniyor, böylece Gille Deleuze’ün deyişiyle bir “kontrol toplumu” şekilleniyor. 
Bu tarih sahnesine çıkan yeni işçi sınıfı, bu geçiş sürecinde hem “disiplin toplumu”nun hem de “kontrol toplumu”nun baskısı altına girmeye zorlanıyor. Bu baskının etkisiyle değişmeye, kendi başının çaresine bakmaya zorlanmanın gerginliğiyle, bu sınıfın bireyi, sorunlarını öncelikle “ekmek peynir sorunu” değil, özgürlük, özgünlük ve haklar sorunu olarak algılıyor. Bu birey, devletin ve uzmanların kendisini rahat bırakmasını, yaşamına karışmamasını istiyor, farklı ülkelerde, farklı iktidarlara karşı ama aynı taleplerle, aynı yöntemlerle, aynı örgütlenme biçimlerini ve teknolojileri kullanarak baş kaldırıyor. Baş kaldırmaya başlayınca daha önce edindiği somut aidiyetleri (dini, etnik, siyasi) aşarak ortak bir evrensel özgürlük talebinde birleşmeye başlıyor. Tarih bu sınıftan yana. Gezi Parkı Direnişi’nde, Ankara, İzmir sokaklarında bu hızla büyümekte, iradesini ortaya koymakta olan bu genç proletaryanın gücü, sesi, “epik tragedyası” yankılanıyor.

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi