• industriAll global
  • industriAll europe
  • Retun See
  • Petrol-İş Kadın Dergisi
Belgesel: Petrol-İş Tarihi

Yavuz Pak / Petrol-İş Dergisi

KADER ve TEVEKKÜL KISKACINDA İŞ CİNAYETLERİ

25.08.2014

13 Mayıs 2014, bu coğrafyada tarihin en büyük işçi katliamının yaşandığı kara bir gün olarak tarihe geçti. Resmi rakamlara göre 301 işçinin hayatını kaybettiği bu katliam, uygar dünyada bu ilkelliğin örneği kalmadığı için ancak 19. yüzyıl tarihinden örneklere gönderme yapılarak izah edilmeye çalışılıyor! Oysa, Soma’daki madencileri kurtarabilecek bir önergeni asırlar evvel değil, kazadan sadece iki hafta önce reddedildiğini pekâlâ biliyoruz.

Soma işletmesinde Türkiye Kömür İşletmelerinin 140 dolara ürettiği bir ton kömürü 24 dolara üretmekle övünen Soma A.Ş.’nin patronlarının bu katliamın sadece gerçek görünürdeki sorumluları olduğunu, gerçek suçlunun özelleştirme politikalarının, taşeron uygulamalarının, denetimsizliğin, kâr maksimizasyonu peşindeki vahşi kapitalizm olduğunu da gayet iyi biliyoruz.

Dünyanın 17. büyük ekonomisi olmakla övünen Türkiye, son yıllarda büyüme oranlarında yakaladığı rakamlarla göğüsleri kabartırken, ekonomik büyüme madalyonunun diğer yüzünde  hunharca işlenen iş cinayetleri vicdanları sızlatıyor, akıllara durgunluk veriyor. İş kazalarında “Avrupa birincisi” ve “dünya üçüncüsü” olmak gibi eşine az rastlanır bir başarıya sahip şanlı yurdumuzun(!) bu başarıya ulaşmasındaki önemli etkenlere göz atmak, iş cinayetlerini sorgulamak kelimenin tam anlamıyla “yaşamsal” önem taşıyor.

KAPİTALİZM TANRILARININ KURBANLARI: İŞÇİLER

İş kazası teriminin evrensel tanımı, üretim süreciyle ilgili kavramları içeriyor. İşçi, sermaye sahibi, üretim araçları ve meta gibi bu sürece dahil edilen her bir kavramdan en az birinin kazadan etkilenmiş olması “iş kazasının” temel taşlarını oluşturuyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) iş kazalarını “yaralanmalara, ölümlere, üretim ayıplarına ve zararlarına yol açan planlanmayan olaylar” olarak tanımlıyor.

Ülkemizde ise iş kazası tanımı 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu 13. Maddesinde yapılıyor. ILO’nun tanımı üretim sürecine içkin tüm unsurlara eşit mesafede dururken, Türkiye’de iş kazasını düzenleyen yasal mevzuatın, “işçiyi merkezine almayan” ve her satırında “sigortalı olma” koşulunu vurgulayan boyutları önem taşıyor. Zira bu düzenlemeler, “sermayedar, üretim araçları ya da üretilen meta” kavramlarını öne çıkararak işçi hayatını ikinci plana atıyor ve “metalaştırıyor”. Ayrıca,  % 45 oranında sigortasız çalışan nüfusa sahip bir coğrafyada, yasal mevzuat, sigortalı çalışanlara göre çok daha büyük bir kaza riskine sahip olan milyonlarca emekçi için iş kazasını “yok sayılıyor”.         

ILO’nun yayınladığı istatistiklere göre, dünyada her yıl 2 milyon kişi meslek hastalıkları, 321 bin kişi ise iş kazaları yüzünden hayatını kaybediyor. Bir başka deyişle dakikada 4 işçi iş kazaları veya meslek hastalıkları sonucu yaşamını yitiriyor. Bunun yanı sıra, her yıl 317 milyon işçi, yani günde ortalama 850.000 işçi, dört ya da daha fazla gün işe gelememelerine neden olacak kadar ciddi yaralanmalara yol açan iş kazalarına maruz kalıyor. Patronların burnunun dahi kanamadığı üretim süreçlerinde, milyonlarca işçiyi hayatından eden iş kazalarında dünyada başı çeken ilk iki ülke Hindistan ve Rusya. Bu ülkelerin hemen ardından Türkiye geliyor.    

Karl Marx, kapitalizmin işçi sağlığı konusundaki tutumunu, “Ölü emek (sermaye), canlı emeğin (üretici güç, işçi sınıfı) kanıyla beslenir” tümcesiyle tanımlar. Hayatta kalabilmek için emeğini satmak zorunda olduğundan ücret ve çalışma koşulları açısından seçici olmaktan ziyade sermayenin önerdiğini kabule, koşullara ikna olmaya zorlanan işçilerin, sağlık ve güvenlik hakkı ile kapitalist üretim tarzı arasındaki çelişki de işte tam burada başlar.

Kapitalist üretim sürecinde, çalışma süresinin uzatılması ile mutlak sömürü arttırılırken; çalışmanın yoğunlaştırılması ve sermayenin organik bileşiminin büyümesi ile, yani teknolojinin gelişmesi ile, emeğin verimliliği yani sömürü oranı arttırılabilir. Kapitalizm, doğası gereği, artı değer miktarını maksimize etmeyi, işçilik maliyetlerini en aza indirgemeyi, işin yoğunluğunu arttırarak emeğin verimlilik oranını yükseltmeyi hedefler.  İşçilerin sağlık ve güvenlik hakkı ile kapitalist üretim tarzı arasındaki çelişki de yoluna buradan devam eder.

Günümüzde,  neo-liberal ekonomi politikalarının dayattığı istihdam biçimleri, esnek çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, çalışma saatlerinin uzaması, iş güvencesinin yok edilmesi, sosyal güvenliğin gaspı, kayıt dışı istihdam ve ücretlerin düşürülmesi gibi sonuçlar, tüm dünyada çalışan sağlığı ve iş güvenliğinin köküne kibrit suyu dökülmesi anlamına geliyor.

Nitekim, yukarıda söylediklerimizin en iyi özetini, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız 19 Aralık 2010′da katıldığı Tes-İş 9. Olağan Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmasında yapıyordu: “Bizler gelişmekte olan Türkiye olarak mutlaka yeri gelecek 16-18 saat çalışabileceğiz. Değişimi iyi idare edebilmek adına bunu mutlaka yapmak lazım. Ben biliyorum ki benim işçim işini bitirmeden çıktığı direkten inmez. O direkte sorunu 8 saatte çözerse 8 saat, 18 saatte çözerse 18 saat çalışır. O yüzden biz uzlaşı içerisinde bütün emeklerimizi beraber ortaya koyarak Türkiye’yi geliştireceğiz”. Bakanın açıklamasında ifadesini bulan neo-liberal istihdam politikalarının bu çarpıcı örneği, her şeyi açıklamaya yetiyor. Bir direkte 18 saat boyunca bir insanı çalışmaya mahkum etmek, iş cinayetlerine zemin hazırlamanın ötesinde, cinayete tam teşebbüs demek değil midir?

Üzerinde ısrarla durulması gereken önemli bir noktayı burada belirtmekte yarar var: 2011 yılındaki Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi açılış konuşmasında, Çalışma Bakanı “Yapılan araştırmalara göre iş kazalarının yüzde 98'inin, meslek hastalıklarının da %100'nün önlenebilir olduğunu, gerekli önlemler alınmadığı için her yıl iş kazaları ve meslek hastalıkları sebebiyle birçok ülke nüfusuna denk insan topluluğunun hayatını kaybettiğini” bildirmiştir. Yani, iş cinayetlerinin neredeyse tümü alınacak önlemlerle önlenebilecek niteliktedir.
 

AVRUPA ŞAMPİYONU TÜRKİYE

1945 yılında çıkarılan İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu'ndan bu yana, ülkemizde iş kazası ve meslek hastalığı sonucunda ölen ve sakat kalan işçilerin kaydı tutuluyor. Türkiye'de 2002-2013 yılları arasında toplam 880 bin iş kazası yaşanmış, bu kazalarda 13 bin 442 kişi hayatını kaybetmiştir. 1946'dan 2013 yılına kadar iş kazaları sonucu ölen işçilerin sayısı ise 61 bin 270'dir. Bu rakamlar oran olarak incelendiğinde; 1946 yılından 2002 yılına kadar yaşanan işçi ölümü 47 bin 728'dir. Her yıl yaklaşık 852 kişi iş kazaları nedeniyle hayatını kaybetmiştir. 2002-2013 yılları arasında yaşanan işçi ölümleri sayısı ise 13 bin 442'dir. Her yıl yaklaşık olarak 1222 kişi iş kazaları nedeniyle hayatını kaybetmiştir. 2002-2013 döneminde hayatını kaybeden işçi sayısı son 56 yıla göre (1946-2002) yıllık olarak %46 artmıştır. Aynı süreçte 30 bin civarına işçi sakatlanarak iş göremez hale gelmiştir. Örneğin Zonguldak havzasında 2000-2012 yılları arasında özel ve taşeron ocaklarda devlet ocaklarına göre 12 kat daha fazla işçi ölümü yaşanmıştır. Teknolojik gelişmelere ve iş güvenliği  esaslarının artmasına rağmen ölümlerin artması ters orantılıdır. Bunun nedeni, bu işlerin fıtratı değil, özelleştirme, taşeronlaştırma politikaları ve kapitalist modernitenin kâr hırsıdır.

İş kazaları ve meslek hastalıkları alanında “Avrupa  şampiyonu”  ve “dünya üçüncüsü” ünvanlarına sahip olan Türkiye’nin sicilinin aslında açıklanandan çok daha kötü olduğunu söylenebilir. Avrupa Birliği ülkeleriyle kıyaslandığında Türkiye’de iş kazalarında ölüm oranları kat kat fazla. Türkiye’de 100 bin işçide ölüm oranı %14,5 iken AB ortalaması %2,5. Yani Türkiye’de ölüm oranı yaklaşık 7 kat fazla. İş kazaları nedeniyle Türkiye’nin yıllık kaybı da 7 milyar TL olarak hesaplanıyor. Bu kazaların yüzde 98’i ise önlenebilir nitelikte. Bu durum Türkiye’deki iş güvenliği tedbirlerinin yetersizliğini ortaya koyuyor.    

Ancak bu tabloya rağmen Türkiye’nin 2 yıl öncesine kadar müstakil bir iş güvenliği yasası bile yoktu. Yasa çıktıktan sonra da ciddi bir adım atılamadı. Zira, sendikalı çalışan işçi sayısının düşüklüğü, kayıt dışı çalışma oranın yüksekliği, sermaye yanlısı yasalar ve patronların türlü tehditleri nedeniyle, yaşanan binlerce ölümcül iş kazası ve meslek hastalığı, çalışma yaşamının kayda dahi geçirilmemektedir. Öte yandan, uluslararası bilimsel araştırmalara göre, bir ülkede  “meslek hastalıklarının görülme sıklığı” ortalama olarak, çalışan nüfusun binde 4’ü ila binde 12’si arasında değişmektedir. SGK’nın son açıklamasında ülkemizde çalışan nüfusun 24 milyon ve bu veri ışığında, Türkiye için tahmini meslek hastası sayısı 96 bin ila 288 bin arasında değişmekte olduğu hesaplanmaktadır. Ancak, kayıt dışı çalışma oranın bu denli yüksek oluşu nedeniyle bu durum tespit edilememekte ve belki de bu sayede, yurdumuz iş kazaları alanında dünya şampiyonluğunu kaçırmaktadır(!)

TEVEKKÜL ve KADER İKLİMİ

İş kazalarında lider ülke olma durumu, çok geniş kapsamlı bir olgu. Ancak, iş cinayetlerinin artarak devam ettiği bu coğrafyanın  ideolojik/kültürel iklimin” bu liderlikte en önemli paya sahip olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Yasin Durak, Emeğin Tevekkülü adlı kitabında, “Türkiye’de 1980 sonrası gerçekleşen birikim rejiminde, ücretlilik ilişkisinin yeni ortaya çıkan biçimleri, sömürünün “meşruiyetini” ve “sürdürülebilirliğini” sağlayan mekanizmaların ağırlık merkezinin hukuki/siyasal üstyapıdan “ideolojik/kültürel” üstyapıya doğru kaydığı söylenebilir” derken bu noktaya parmak basıyor.               

Ülkenin yakın tarihine göz attığımızda, iş kazaları konusunda, güçlenen hegemonyanın dayattığı “kaderci” ve “tevekkülcü” anlayışın genel kabule sunulduğunu görebiliriz. İş kazalarını önlemek için bilimsel araştırmalar yapmak ya da koruyucu teknolojik önlemler geliştirmek gibi akılcı çözümler yerine “kaderci anlayışın” ve “tevekkül” kültürünün hakim kılınması, ulaşılan rekor rakamların izahında en önemli paya sahip.  Bu olguları, küreselleşme sürecinin neo-liberal  politikalarının dayattığı yeni istihdam ya da “istihdamsızlık” uygulamaları ile birleştirdiğinizde tabloyu daha net görebiliriz.

2010 yılında, 30 maden işçisinin yaşamını yitirdiği Zonguldak Karadon’daki iş cinayetinin ardından bölgeyi ziyaret eden Başbakan, ölümleri madencilik mesleğinin fıtratına ve kadere bağlamış ve inanılması zor bir üslupla şunları söylemişti: "Kader konusu malum çevrelerde hemen istismar konusu yapılmaya başlandı. Ben kaza ve kadere inanmayı anlatmadım. Bu konuda sizin meşrebinizi de cibilliyetinizi de biliyorum. Benim anlattığım şey şu bu mesleğin fıtratında bu var. Grizu patlaması dünyanın her yerinde oluyor. Tutturdular taşeron, taşeron, taşeron...”     

Aynı kaza ile ilgili Başbakan’ın açıklamasına eşlik eden dönemin Çalışma Bakanı Dinçer’in söyledikleri ise daha da korkunçtu: “Güzel öldüler. Yani o konuda, ben acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini buradan rahatlıkla söyleyebilirim. Sekiz tane işçimizde hafif yanıklar vardı. … Nitekim ilk çıkardığımız yirmi kişinin kimlik tespitinde de sorun çıkmadı biliyorsunuz. Diğerleriyle alakalı olarak, kimlik tespitinde DNA testlerine başvurmak zorunda kaldık. Bu açıdan öyle bir şey yoktu yani, şanslıydık.  Bütün işçilerimizi ailelerine teslim ettik. Hepsi defnedildi, hepsi huzur içindeler.” 

Aynı zihniyet, Esenyurt’ta 11 işçinin çadırda yanarak ölmesinden sonra dönemin Çalışma Bakanı Çelik’in sözleriyle hortluyordu: “Çelik, işçilerin ölümü için ”Kader mi? Bence kader. Ama kaza mı kaza değil. Önlemler alınsaydı böyle bir şey olmayacaktı" …  

Bu zihniyetten güç alan bir patronun, geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da servis araçları sele kapılan ve hayatlarını kaybeden 8 kadın işçi için, “köpek bile canını kurtarmayı becerdi, bunlar beceremedi” diyecek kadar alçalabilmesi de ayrıca tarihe not düşülmesi gereken bir vakıa…    

İş kazalarında ‘tevekkül” ya da “kadercilik”, işçinin canına kasteden terörün kod adıdır. 60 yıla yakın bir zaman diliminde 61 bin ölü !!! Bu bir terördür !!! Her terör eylemi gibi, on binlerce işçinin "kaza" sonucu ölümü teknik olmaktan çok, “siyasi ve ekonomik” bir sorundur ve yıllardır çalışma koşulları ciddi bir biçimde denetlemediği için, işçiler örgütsüzleştirilip sendikalar saf dışı bırakıldığı için on binlerce işçi yaşamını yitirmiştir.           

Öte yandan, son dönemlerde çıkarılan iş yasaları esnekleşme, kuralsız ve güvencesiz çalışma düzeni öngörüyor. Yani, iş cinayetlerine yeni davetiyeler çıkarılıyor. 2013 yılında çıkarılan iş güvenliği uzmanı çalıştırma zorunluluğu yasasının uygulaması 2016 yılına erteleniyor. Oysa,ancak daha fazla kaynak, daha fazla denetim, daha fazla özen ve daha az kar hırsı ile bu terör önlenebilir. “Çalışmak Sağlığa Zararlıdır” adlı kitabında Fransız sosyolog Annie Thebaud Mony, “Ne zaman ki iş kazalarını toplumsal planda kamu düzenine saldırı suçu kapsamında ele alacağız, işte o zaman iş kazalarının önemini de daha iyi kavramış olacağız” diyor. Gelin görün ki,  bu ülkede hala bir “”işçi sağlığı ve iş güvenliği yasası” bile yok!            

Unutulmaması gereken önemli bir nokta var: çalışma yasalarında “iş kazası” olarak nitelense de bu ölümlü kazalar gerçekte birer “iş cinayetidir”. Zira, "kaza" bütün önlemlerin alındığı, işçilerin güvenceli-sigortalı-kurallı çalıştırıldığı, ancak buna rağmen yaşanabilecek “istisnai” durumlar için kullanılabilir. Oysa iş kazası adı verilen işçi ölümleri istisna değil “kural” haline gelmiş durumdadır...

SONUÇ YERİNE…

En yetkili ağızların, iş cinayetlerini “kader” olarak nitelendirdiği bir ülkede, muhafazakar bir zihniyet hakim kılınıyor, tevekkül ve kadercilik hayata geçirilen en vahşi neo-liberalizm kurallarına ve istihdam politikalarına sos olarak kullanıyorsa, o ülkenin Avrupa’dan sonra dünya şampiyonluğuna doğru hızla yol alması kaçınılmaz gibi görünüyor.   

Annie Thebaud Mony, “İşçinin işi, her zaman sakat bırakır. Madenciler ciğerini tükürür. Çelik fabrikalarında çalışan delikanlıların parmakları kesiktir. Doğramacıların da parmaklarından bir kaçı yoktur. Mesleğin tüm haritası bedenlerinde çizilidir. Bu aynı zamanda, toplumun işçilere bakışıyla ilgilidir” diyor. Türkiye’de ne yazık ki, ülkenin yöneticilerinden başlayarak bizzat iş cinayetlerinin mağdurları olan işçileri de kapsayan kaderci anlayış hükmünü sürüyor. Bedenlerine çizilen haritada, işçiler, tevekkülcü/kaderci büyüklerinden öğrendiklerini görüyorlar: İş güvenliğinden, sendikal/sosyal haklardan, iş sağlığından mahrum bırakılmışlıkları yerine kaderin kendilerine sunduğu çaresizlik ve boyun eğiş! Belki de sürecin en hazin boyutu işte budur: Neo-liberalizmin Türkiye ölçeğinde sarmalandığı kaderci/tevekkülcü muhafazakar zihniyetin tam da hedefini bularak, işçilerin zihinlerini işgal etmesi. İdeolojik/kültürel hegemonyanın zaferi…     

Zonguldak Kozlu’da, grizu patlaması sonucu 263 madencinin öldüğü iş kazasında ölen babası Hasan Canbaş'ın kontenjanından aynı ocakta işe giren 36 yaşındaki Bayram Ali Canbaş, 2012 yılında, kazanın 20. yıldönümünde şunları söylüyordu: "Babama mezar olan bu ocağı görmek için 2000 yılında burada işe girdim. Ondan sonra çalışmaya devam ettim. Baba mesleği sonuçta. Babamın öldüğü ocaktan ekmeğimi kazanıyorum. Ama onun yaşadığı kaderi ben de her an yaşayabilirim. Bunu biliyorum, ancak ekmek parası için çalışıyorum". 

Bayram Ali Canbaş’ın kurduğu tevekkül yüklü cümlelerin kaynağına inmek için, 20 yıl öncesine, aynı iş cinayetinin hemen sonrasında, T.B.M.M.’de yaşananlara bir göz atmalı belki de…4 Mart 1992 tarihli T.B.M.M. tutanakları, Kozlu faciasının ardından Meclis’te geçen şu diyalogları belgeler:             

BAŞKAN — Muhterem arkadaşlar, Zonguldak-Kozlu maden ocaklarında meydana gelen grizu patlaması faciasında hayatlarını kaybeden vatandaşlarımızın aziz hatıraları için, Yüce Heyetinizi 1 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum...          

(RP sıralarından "Fatiha okuyalım" sesleri)                       

SALİH KAPUSUZ (RP-Kayseri Milletvekili) — Elfatiha !!!                  

(Saygı duruşunda bulunuldu)                 

BAŞKAN — Teşekkür ediyorum. Allah rahmet eylesin.”

Evet... Eğer bu iklim değişmeyecekse, tevekküle sarılıp kadere boyun eğilecekse, daha yüzlerce iş cinayeti sonrası binlerce, onbinlerce işçinin ruhuna sadece Fatiha okumakla yetinecekler demektir…           

Nitekim, bugün Türkiye 12 Eylül Darbesi’nin faşizmini bile aşmış ve neredeyse Pinochet Şili’sinin yönetim tarzına ve algı yönetimine ulaşmış durumda. Soma’ da işlenen ve bundan sonra da işlenmeye devam edileceği belli olan cinayetler bu hakikati ortaya seriyor. İktidar, Soma’da fukara bir delikanlının yaşını 15 değil 19 ilan ederek, kendisine “zafer”  bahşedecek kadar yozlaşabiliyor. Soma katliamını protesto edenlere dizginlerinden boşalmış bir şiddetle ülkenin her yerinde, ve hatta Soma’da, yakınlarını madende kaybedelerin yakınlarına bile saldırmakta beis görülmüyor. Koşulsuz itaate çağıran muhafazakar iktidarın gücü onunla güç savaşı yaparak değil, her alanda itaatsizliği temel alan pratikle boşa çıkarılabilir. İktidarsızlaştırmanın yolu gücünün işlemediğini, söz dinletemediğini ona göstermekle mümkün olabilir.

YAVUZ PAK / Siyaset Bilimci

Kaynakça:
1-Durak, Yasin. Emeğin Tevekkülü, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul
2- Mony, Annie Thebaud. Çalışmak Sağlığa Zararlıdır, Ayrıntı Yayınları, 2012, İstanbul
3- Çelik, Aziz. İş Kazası Değil, İş Cinayeti, 60 bin ölü işçi. 4-Dr. Altundaş, Elif. Kapitalist Üretim Tarzı ve İş Kazaları, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 2011, sayı:40 s: 11-25                        5-19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi Açılış Konuşmaları, 11-15 Eylül 2011, İstanbul

Kaynak: Petrol-İş Dergisi