• industriAll global
  • industriAll europe
  • Retun See
  • Petrol-İş Kadın Dergisi
Belgesel: Petrol-İş Tarihi

Erhan Kaplan/DirenEmek

‘Mevcut Yasal Mevzuatla Bile İşkolu Esasını Aşmış Bir Örgüt Mümkün’

Petrol İş Sendikası Sendikal Eğitim uzmanı Erhan Kaplan ile sendikal hareketin sorunları ve mücadeleci bir işçi sınıfı hareketinin olanaklarını konuştuk. Kaplan, yasaların ayrıntısına kadar sistemi belirlediği şimdiki halde dahi yasa değişikliklerini beklemeden mevcut yasal yapılarla bile istenilen anlamda işkolu esasını aşmış bir örgütün mümkün olacağını düşünüyor. Erhan Kaplan ile arkadaşımız Mahmut Yılmaz görüştü.

06.07.2015

-Başına nitelik eklemeden sendika kavramı kullanılamaz oldu. Metal direnişi ilk başlarda Türk Metal’in misyonu ve 12 Eylül’ün mirası unutularak “sendika” karşıtı bir direniş olarak konuşuldu. Emek örgütlerinden daha çok hareketlerin öne çıktığı bir dönem yaşıyoruz. … Son dönemde Antep, Kayseri, Bursa vd. sendikaların harekete geçirdiği işçilerden daha çok patlamalı işçi hareketleri gündem oldu. Bu süreçte emek hareketine dair gözlem ve düşünceleriniz nelerdir?

Kimi sendikaları önüne bir sıfat getirmeden tanımlayamaz olduk tespitiniz doğru, ama kısmen. Elbette Türkiye açısından baktığımızda bütün sendikalar açısından geçerli değil. Böyle tanımlayarak asıl olarak Türk Metal’den bahsediliyorsa, bu örgütün zaten “olağanüstü” koşullarda doğmuş ve “olağanüstü” desteğe sahip özel bir “organizasyon” olduğu kendileri tarafından da kabul edilir. Türk Metal’i klasik “sendika” tanımı içerisine almak ne derece doğrudur, ben emin değilim. Sendikalar yasasına göre kurulduğu kesindir. Yasalara uygun hareket ettiği de varsayılabilir. Ama inanılmaz, diğer sendikalarda olmadığı kadar merkeziyetçi bir yapısı vardır. Çoğu işlemlerinin üyelerinden ve kamuoyundan gizli olduğunu, kamuoyunun sadece işlemlerin sonucunu gördüğünü tecrübelerimizle aktarabiliriz.

Bir örnek vereyim. Henüz yayınlamadığımız bir araştırmada -önce 2013’te yaptık, sonra, gelişme olup olmadığını görmek için 2 yılın ardından, yaklaşık 1 ay önce araştırmayı yineledik- çok basit bir soru sorduk: Hangi sendikaların internet sitelerinde tüzükleri yer alıyor? Tüzük önemli mi, önemli. Çünkü, eğer sendikal demokrasiden bahsedilecekse, sendikanın tüzüğü herhalde A harfidir. Pek çok sendikada, demokrasinin temelini oluşturan yasal tüzüğün bile kamuoyuna açık interten sitelerinde yer almadığını gördük. Türk Metal bu durumdaki sendikalardan bir tanesidir. Türk Metal’i bu ve diğer nedenlerle farklı bir organizasyon olarak ele almak anlamayı kolaylaştırır.

İkinci sorunuza veya tespitinize gelecek olursam, “direniş havzalarında sendikaların yer almadığı” dair tespitinizin tam doğru olmadığını söylemek lazım. Bilinen, sağlam yapılı sendikaların bir kısmı bu mücadeleler içinde yer aldı, alıyor. Mesela metal işçilerinin eylemi sürerken kimya işçilerinin PETKİM’de büyük bir eylemi oldu. Basında “metal işçileri ayakta sıra kimya işçilerinde” türünde haberler yapıldı. Aslına bakarsanız elmalar ve armutlar bir araya getirilmiş oldu. Şöyle ki: birincisinde toplu sözleşme imzalamış organizasyona/sendikaya karşı ayağa kalkmış bir işçi kitlesi var. Bu işçiler mevcut toplu sözleşmenin ortadan kaldırılmasını ya da iyileştirilmesini istiyorlar. Diğerinde ise sendikası ile birlikte işverene karşı yürütülen -klasik anlamıyla- bir işçi mücadelesi yer alıyor. Dolayısıyla aralarında bir silsile, metal işçileri yaptı sıra kimya işçilerinde gibi bir durum söz konusu değildi.

Öte yandan işçiler arasında genel olarak artan sendika düşmanlığını çok üzücü buluyorum. Ben sendika eğitimcisiyim. Bizim geçmişten bu güne bir yaklaşımımız vardır. Sendika eğitimine şöyle başlanır: “En kötü sendika bile sendikasızlıktan iyidir”. Bu o kadar ezber bir hal aldı ki; bu cümlenin ilk kelimelerini söylediğim anda insanlar cümleyi tamamlar. Bu geçmiş dönemde örgütlerin, sendikaların mutlaka işçiler adına mücadele edeceği varsayımına dayanmıştı. Sarı, kızıl, anarko, mücadeleci vs tüm bu tanımlamalar, eleştiri içerse bile, bahsettiğiniz kurumun bir sendika olduğunu gösterirdi. Ama bazıları var ki onlar sendika bile değiller. Onları kategori dışına alalım ve mevcut durumu konuşalım.

Türkiye’nin en büyük “sendikası”, üyeleri tarafından “defol artık” denecek kadar kötü görülüyorsa, ben artık “En kötü sendika bile sendikasızlıktan iyidir” sözünü söylememem gerektiğini düşünmeye başladım. Birkaç yıldır eğitimlerimde “Sendika eğer kötüyse atın gitsin, bir süre sendikasız bile kalsanız yenisini ve daha iyisini kuracaksınız” diyorum. Diğer türlü işyerinde sendika var gibi görünüyor, ama aslında yok. Var gibi göründüğü için de, o işyerine gerçekten mücadele etmeye niyeti olanlarlar da gitmez oluyor.

Dünyada da bizdekine benzer sarı sendikalar var, onların yaptığı sözleşmelerin de benzeri imzalanıyor. Toplu sözleşmenin İngilizcesi collective agreement’tır. Diyorlar ki bazı sendikalar “collective agreement” (toplu sözleşme) imzalar bazı sendikalar da “sweetheart agreement” imzalar. Bu, belli bir bedel karşılığında size yapılacak her türlü şeye onay verme, rıza gösterme anlamına gelen bir tabirdir. Kibarca satılmış sendikanın tanımını böyle yapıyorlar. Dünya bunları aşıyor ama Türkiye’de bazı değişiklikler çok zor oluyor.

-Bu hareketlerin sürekliliğini sağlayıp demokratik bir sendikal yapıya dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda düşünceleriniz nelerdir?

Doğrudan sendikal yapıların değil de işçilerin kurumsal olmayan öz örgütlenmelerinin dönem dönem etki kazandığı konuşunda bir kuşkum yok. Ama bunların kalıcılığının ne denli sağlanabileceği konusunda ciddi kuşkularım var.

Tarihi de incelediğimizde iddia edildiği gibi bürokrasiden arınmış, hantallıktan sıyrılmış ve sonradan sürekliliği olan kalıcı bir yapıya dönüşmüş “kurumsal olmayan” yapılara dair şunu tespit edebiliriz ki, kurumsal bir yapıya bürünmeyi hedeflemeyen hiçbir örgütlülüğün kalıcılığı olamadı ve ilişkilerin sürekliliğini sağlayamadı.

İşçi sınıfı tarihinde kalıcı bir yer edinmiş hangi işçi hareketine ya da eylemine bakarsanız bakın arkasında sağlam bir örgütlülük vardır. İçsel disiplinini örgütsel bir ilişkiye dönüştüremeyenler ise kısmî başarılar gösterip erimişlerdir. Elbette bu hareketler tarihte hiçbir iz bırakmadı demek yanlış olur, ama ben kurumsal yapılardan yanayım. İşçilerin geçici olarak bir araya gelip olumsuza bakıp başka bir olumsuza yönelmelerinden ziyade, olumsuzun negatif yanlarının sökülüp atılarak kurumsal kalınmasından yanayım.

Örnek olsun; kamuoyundan bildiğimiz, değişik adlarda inşaat işçileri dernekleri vardı. İnanılmaz emek harcayarak önemli işler de yaptılar. Ülkenin farlı yerlerinde inşaat işçilerinin başına bir hal geldiğinde atlayıp gidiyor ve müdahil oluyorlardı. Takip ettiğim dönemlerde de aklıma hep aynı soru geliyordu; peki, bu inanılmaz emek, bu denli çaba niçin bir sendikal yapıya dönüşmesin? Mevcut yasaları aşmak ve fiili mücadele ile hak almaya çalışmak elbette ki vazgeçilmez bir yöntem. Tabii ki bu yasaları aşalım. Ama, şu unutulmasın. Zaten verilen bütün fiili mücadele “yasadışı”, “kanunsuz” diye tanımlanan eylemlerinizi, taleplerinizi kanuni hale getirme mücadelesidir. Bunu, yasalara geçmiş bir hak olarak elde etme mücadelesidir. İnşaat İşçileri Derneği’nde mücadele eden arkadaşlar, mesela sonradan İnşaat İşçileri sendikası kurdular. Aynı işleri yapıyorlar, aynı mücadele anlaşıyına sahipler, fakat daha kurumsal bir yapıyla yürütüyorlar. Sendikanın kalıcı olacağını zamanla göreceğiz sanırım. Umarım bu şekilde mücadele yürüten arkadaşlar sendikaların yöneticiler için zenginleşme, sınıf atlama aracı olmasının önüne geçerler.

-Emek hareketinin güncel durumu direnme eğilimleri, örgütsüzlük ve saldırılarla belirleniyor. Sendikalı/örgütlü işçilerin Batman’dan PETKİM’e ya da sendikal hak gasplarına karşı direnişleri de var. Öte yandan var olan ve işlevsizleşmiş bir yasal yapı fiili olarak aşıldı. Yasalar ve meşruiyet ilişkisi aslında fiili süreçlerin yasalarla, mevzuatlarla daraltılan, çözümsüzleştirilen alanı demokratik bir zeminde inşa olarak görülebilir. Bunları temel alarak emek hareketinde umut ve olanaklar nerelerdedir? Bir gelecek projeksiyonu yapar mısınız?

Fiili durum ve elde edilen başarılar niçin yasal alanda bir kazanıma dönüşmüyor? Bu çok enteresan ama ben bunu Türkiye sermayesinin inanılmaz örgütlü olmasına ve moda tabirle çok sağlam bir “üst akla” sahip olmasıyla değerlendiriyorum. Sermaye aslında gerektiği durumlarda gereken tavizleri veriyor, geri adım da atıyor. Normal şartlarda mevcut yasalara baktığımızda metal direnişini yaratan arkadaşlarımızın –Türkiye Cumhuriyeti yasaları, evrensel hukuku, içtihatları, ILO sözleşmeleri ya da uluslararası sözleşmeleri kastetmiyorum- tazminatsız işten atılmaları gerekiyor. İşten atılmaların olmaması direnişin en önemli maddelerindendi ve sermaye işten atılmaların olmayacağına söz verdi.

Madem işten atılma olmadı, o vakit yasanın kadük hale gelmesi gerekiyor. Onu da sağlamıyorlar. Türkiye’de yönetenlerin şöyle bir özelliği var: Örneğin bir kitaba dava açıyorlar, eskiden ceza kanununda 312. madde  vardı, bu madde kapsamında dava açılıyor ve yüksek cezalar isteniyordu…

–Düşünceye özgürlük davası…

Evet, haklısınız. Sonra aydınlar/yazarlar bir araya gelerek “suç unsuru” sayılan kitabın aynısını ortak imza ile yayınlayıp “biz de suçluyuz” diye kendilerini ihbar ettiği zaman Türkiye’de ilginç manzaralar ortaya çıkmıştı.

Normal bir sistemde yasaların, yasa koyucuların buna vereceği yanıt iki türlüdür: Ya bu yasa kadüktür, dersiniz. Yasayı iptal edip o yasadan o güne dek yargılananları, ceza alanları da beraat ettirirsiniz ya da mademki bu suçu siz de işlediniz, sizi de yargılıyoruz dersiniz. Türkiye’de maalesef her ikisi de yapılmadı. Ne ortak imzacılara dava açıldı, ne de onlara açılmayan “suçlardan” dolayı yargılananlar beraat etti! Bu durum da Düşünceye Özgürlük davasına benziyor.

Sendikaların bazen, fiili durumları hukuki kazanımlara dönüştürmek için tahayyülleri yetmiyor. Bu yüzden bu çabaya girmiyorlar. Parlamentoda işçi sınıfının baskı oluşturabilmesinin yollarını da o kadar daralttılar ki -bazıları da oto sansür uygulayarak geri çekildi- Sendikalar Yasası’ndaki baraj meselesi için bile yaklaşık bir yıl beklenip, bakanlıkta kulis faaliyetleri yoluyla kaldırtmayı denediler ama kaldıramadılar. Ortak hareket imkanı genellikle bulunmadı.

Bu geçici olumsuz duruma rağmen, önümüzdeki süreçten çok umutluyum. Türkiye sermayesi açısından çok rahat yönetebilecekleri dönemin geride kaldığını düşünüyorum. Objektif koşullar açısından durum böyle. Ama sübjektif koşullar açısından baktığımızda biraz daha gayret edilmesi gerektiğini söylemek lazım.

Emekçilere yapılan hiçbir kötülük unutulmuyor. Bellekte bir yer ediniyor. Örneğin Soma işçileri ve aileleri eski Soma işçileri ve aileleri olmayacaklar. Ermenek’te dram yaşayanlar da. Metal fırtınası diye adlandırılan eylemlere katılan hiçbir işçinin eskisi gibi olmayacağını da düşünüyorum. Tüm o işçiler belli ölçüde değişecek ve dönüşeceklerdir. Eylem gerçekten öğreticidir. İşçilerin zihin dünyalarında kırılmalar ve dönüşümler yaratır. Bu süreçlerin kattığı özellikler açısından da geleceğin daha olumlu süreçlere evrileceğini düşünüyorum. Bir çok sendika Türk Metal’in temsilcilerini seçmeyip atamasını güç ve sağlamlık olarak nitelerken, metal fırtınasının başta gelen taleplerinden biri işten atılmaların olmaması iken, hemen ikincisi, toplu sözleşmelerde söz hakkı ve temsilcilerimizi kendimiz seçmek istiyoruz, oldu.

İşçilerin kendilerini doğrudan ilgilendiren süreçlere dair sendikadan katılım ve şeffaflık istemeleri gibi bir garabet durum vardı. İşçiler, zaten kendilerinin olan hakkı bir daha talep etmek mecburiyetinde kaldılar. Katılım ve demokrasi istediler. Bundan sonra, en azından Türk Metal’e öykünen sendikalarda bu eğilimlerin belirgin olamayacağını, seslerinin daha kısık çıkacağını söyleyebiliriz.

Tüm bu süreçler işçi hareketi açısından bir dinamizm yaratacaktır. İşçiler giderek daha “radikal” taleplerde bulunacaklardır. Aslında olması gereken hakları için mücadeleyi mevcut koşullar içinde “radikal” olarak nitelendiriyorum. Sadece ücret açısından değil, işçi sağlığı ve iş güvenliği – Soma bu konuda bir dönüm noktası oldu-, emek hakları bağlamında sosyal haklar mücadelesi anlamında da farklılıklar olacaktır. Peki bu mücadele süreci sendikal yapıları ne ölçüde etkiler sorusuna gelecek olursak, biraz temkinli konuşmayı tercih ediyorum. Dış dinamikler her zaman iç dinamikleri etkiliyor mu derseniz, her zaman doğrudan bir korelasyon olduğunu söylemek pek mümkün değil. Uzun vadede ise böyle bir bağlantıdan kesinlikle eminim. Ama mücadeleci anlayışların kısa vadede mevcut sendikal yapılara bire bir sirayet etmesinin yolunun bu taleplerin dışsal değil, içerden işçilerin nicelik ve niteliği ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Henüz emek hareketinin taleplerini bir programatik çerçeveye oturtan ve ısrarla dile getiren geniş bir işçi kitlesinin varlığından söz edemeyiz ama nüveleri var. Tekil insanlar var, her anlayıştan mücadeleci işçiler var,  ama bunun bir büyük hareket haline dönüşmesi için farklı etkenler lazım.

-Anlattıklarından yola çıkarak, ülkedeki siyasal kültür ve yönetme anlayışının izdüşümlerini sendikalarda da gözlemliyoruz. Siyasal kültüre içkin demokratik bilincin yokluğu ile alakalı sorunlar gibi de tartışılabilir… Gerçi Türk Metal dahi demokrasi, temsilcilerin seçimi sözleri verdi.

Türk Metal’in ya da benzer sendikaların anti demokratik uygulamalarını devam ettirebilmelerinin temelinde sadece “rıza” olmadığını söylemek gerekir. Sadece siyasal alanın izdüşümü açıklaması yetersiz kalır. Neticede yasalara göre kurulmuş bir sendikadan bahsediyoruz: Sendikaların şubeleri olur, delegeleri olur, delegelerinizi seçmek için seçim yapmanız gerekir. Bu süreçlerin bazen zora ve korkuya dayalı yöntemlerle yok edildiğini de unutmamak gerekir. İşçiler aslında yaşadıkları durumun alternatifini öğrendikleri, gördükleri zaman kıymet veriyorlar. Ama, bilinmeyen bir şeyi talep etmek mümkün değildir.

Delege listelerinin normalde günler öncesinden her işyerinde, her işçinin görebileceği bir yere asılması gerekirken ve günler içinde “kim delege olmak istiyorsa ismini yazsın” denmesi gerekirken listenin asılmadığını, son gün, bir yerlere asıldığını –bunu herhangi bir sendikayı işaret ederek söylemiyorum- asılan liste dışında aday olmaya kalkanların işten atıldığını ya da farklı yöntemlerle önlerinin kesildiğini biliyoruz. Örgütlü bir güç değilse, adını yazdığı gün sabah işten atılacağı korkusu taşıyorsa, nasıl aday olsun. Yoksa, bizim işçimiz demokrasiye yatkındır. Yeter ki buna uygun mekanizmalar oluşturabilsin…

-Yaptığımız görüşmelerde sıkça sendikal örgütlenmenin sınıfsal bakış açısından uzaklaştığı tespitleri yapılıyor. Bu konuda örneğin asgari ücret tartışmaları ibret vesikasıdır. Asgari ücrete dair taleplerin ihracatı ve Türk sanayisini zora sokacağını söyleyen konfederasyon başkanını gördük. Emek örgütleri siyasal alan ilişkisinin bu kadar hak ve özgürlükler tanımından uzaklaşmasının, iktidar karşısında oto sansür uygulayan, verili zeminlere riayet eden hale dönüşmesinin dinamikleri nelerdir?

Sendika siyasal alan ilişkisi denildiği zaman geçmiş dönemde çoğunlukla sol partilerle, sol örgütlü yapılarla sendikaların ilişkisi anlaşılırdı. Doğruluğu yanlışları tartışılır. Geçmişte TKP’nin, Devrimci Yol’un ve benzerlerinin, bence ihmal edilebilecek düzeydeki, kimi hataları gibi… Türk-İş’in biz siyaset yapmayız, siyaset üstü tutum alıyoruz yaklaşımına karşı haklı olarak, dar anlamıyla değil ama, siyaset yapmak gerekir diye bir yaklaşım, geçmiş dönemde Türk-İş’in alternatifini oluşturmuştur. Bence örgütlü yapıların sendikalarla yakından ilgilenmesi, hataları ayrıca ele alalım, ama, uzun dönem çok yararlı olmuştur. Fakat yıllar içerisinde, tam tarih verecek olursak, 1990’lardan sonra sendika siyaset ilişkisinde soldan örgütlü müdahalelerin azaldığını söylemeliyiz. Neticede böyle bir müdahalenin ortadan kalkmasıyla birlikte, eskiden sendikalara sendika dışından müdahale edilmesine itiraz edenler, bir dönem sonra çok rahatlıkla hükümetlerle alenen yan yana olmayı içlerine sindirebilir hale geldiler.

7 Haziran 2015’teki genel seçimlerde bunun şahikasını gördük. Doğrudan hükümeti destekleyecek biçimde, özellikle asgari ücret meselesinde, sendikalar tarafından işçiler aleyhine açıklamalar yapıldı! Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Bunun unutulacağını da sanmıyorum. Ben bu emekçi karşıtlığını, çok konjonktürel, geçici buluyorum. İşçi kitlesinin, memur hareketinin bir süre sonra bu yüklerinden kurtulacağına inanıyorum. Bu dönemde bazıları gönüllü, bazıları korkuya dayalı olarak müdahaleleri kabulleniş içerisindeler ama işçi hareketinin dinamizmi bu denli sermaye ve hükümet yanlısı olmayı kaldıramayacak denli güçlüdür. Türk Metal’e ve muadillerine, Memur Sen’e bakarak toptancı bir yargıda bulunmak yanlıştır. Bunların izlediği politikalar, “bünyeye yabancı” unsurlardır. İzole edileceklerdir.

-Emek ve genel olarak sosyal haklar eksenli bir mücadele yürütebilecek, sınıfın farklı katmanları ve bileşimlerini bir araya getirebilecek yapılar ihtiyacı var. Birleşik bir emek hareketine –kıdem tazminatı, taşeron çalışma, asgari ücret, işçi sağlığı ve iş güvenliği, demokrasi mücadelesi vb gündemleri siyasal ekonomik bağlamlarıyla gündem yapabilecek- ihtiyaç var. Bu meclisler biçiminde ya da başka formlarda oluşabilir. Örneğin Türk İş içerisinde Sendikal Güç Birliği Platformu var. Sendikal formlar dışında da emek örgütlerini kapsayacak dinamik bir birleşik yapı nasıl oluşturulabilir ve sürekliliği sağlanabilir? Bu ihtiyacı kim tanımlayabilir ve çağrıcısı olabilir?

O kadar çok farklı düzeylerde sorunlarımız var ki ve saydığınız meseleler o kadar farklı dinamiklerden ve bileşenlerden bahsetmeyi –kültürel anlamlarıyla da- gerektiriyor ki ben demokrasi ve özgürlükler mücadelesi çerçevesinin asli işlerin önüne geçmesinden kaygılanıyorum. Benim takip ettiğim dünyadaki kimi örneklerde, herhangi bir yasal sınırlama olmamasına rağmen, örneğin öğretmenleri ve madencileri gönüllü olarak iki ayrı sendikada, ayrı toplu sözleşmelerde temsil ettiren ülkeler var. Örneğin İsveç…

Türkiye’deki yasalar bildiğiniz gibi işkolu esasına dayalıdır. Hangi iş’in hangi işkolu’na girdiği yasalarla belirleniyor. Yanlış mı? Tabii ki yanlış. Elbette kimin kimi örgütleyeceği konusunun sendikalara, bizzat işçilere bırakılması uygundur.

Ama, ben kimi zaman Türkiye’de sendikal yasaklardan ve devletin aşırı müdahil olmasından yakınanların sorun çözmektense, topu taca attıklarını düşünüyorum. Samimi şekilde çözüm niyeti varsa, mevcut yasalara rağmen çözüm bulunabilir.

Türkiye’de işkollarının sayısı 20’dir. Yani, bazen birbirine çok benzer işleri yapanlar bile farklı sendikalarda örgütlenmeye mecburdur.

Mesela, hangi işi yapacak olursanız olun, öncelikle enerjiye ihtiyacınız olur. Enerji her sektörün başlangıç noktasıdır. Sonra birbirine yakın veya birbirini tamamlayan sektörler vardır. Birisi çıkartır, birisi dağıtır, birisi rafine eder, birisi hammaddeyi mamul maddeye çevirir gibi. Birbirine çok yakın veya birbirine takip edecek imalat, proses süreçlerine baktığımızda birbirleriyle ilişki içindeki işkolları sayısı bellidir. Kimi sektörleri üç, kimini beş sendikada bir araya getirmek mümkündür. Detaya girmeden, bunların içinde birleşebilecek olanlar vardır. İmalat süreçleri açısından baktığınızda, örneğin otomotiv sektörü ile enerji, kauçuk ve plastiğe dayalı yan sanayileri bir arada ele alabilirsiniz. Genel işler ile ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar işkollarını yan yana çalıştırmak mümkün. Daha fazla örnek de verilebilir.

Şimdi yasa diyor ki sizler ayrı ayrı örgütleneceksiniz. Yasa böyle diyor olabilir ama bunun önüne geçmenin yolu yasanın değişmesini beklemek değildir. 6356 sayılı yasa genel merkez yönetimlerinde şu kadar üye olur, şu kadar kişiden oluşur diye belirlemiş. Tamam, yanlış, yasa bunu bile belirlemesin ama bu durum, ortak sendikal yapıların kurulmaması için gerekçe değil!

Mesela yasa diyor ki genel merkez yönetiminde en az 3, en fazla 9 kişi olur. Konfederasyon genel merkezinde en az 5, en fazla 22 kişi olur. “İşçilerin elini kolunu bağlayan bu yasa” şubelerin dahi nasıl oluşacağını belirlemiş: En az 3 kişi olur en fazla 5 kişi olur. Diyeceksiniz ki bir yasa en ayrıntısına kadar sistemi belirler mi? Elbette belirlemesin. Ama yasa değişikliklerini beklemektense mevcut yasal mevzuatla bile istenilen anlamda işkolu esasını aşmış bir örgütün mümkün olacağını düşünüyorum.

Nasıl? Örneğin genel merkez yönetimi en az 3, en fazla 9 ile sınırlanmıştır. Mevcut veya kuracağınız sendikanın icracı yönetimini en fazla 3 kişiden oluşturun. Profesyonel çalışanların sayısını da azaltın. Aynı binaya – yasada farklı bina olma mecburiyeti yok- gelin örneğin metal sektöründen bir sendika kurun. Onu da en fazla 3 kişiden oluşturun. Onun da profesyonel sayısını azaltın. Bir sendika da diyelim ki enerji sektöründe olsun. Bir anda elimizde sadece 5-6 kişilik profesyonele sahip ve neredeyse Türkiye’de asıl olarak imalat sektöründe faaliyet gösteren bütün sendikaları içeren, tek bir genel merkezi olan tek bir sendika oluşturabilirsiniz.

Yasa her işkolu ayrı ayrı sendikalarda örgütlenir demesine rağmen siz 3 sendika kurarak fiilen bu çalışmaları aynı mekâna konumlandırdığınız anda işkolları yasasını aşmış bir sendikal yapı meydana getirebilirsiniz.

Türkiye’de bu yöntem hiç denenmedi. Neden denenmiyor? Yasalara sığınılıyor. Yasaların ruhu hep böyleydi ve sermayeye karşı büyük bir mücadele yürütülüp yasalar iptal edilmez ise hep de böyle kalacak. Aynı yöntemle konfederasyon genel merkezi de oluşur. Hele ki, Anayasa Mahkemesi’nin yüzde 1’lik örgütlülük için Ekonomik Sosyal Konseye bağlı olma şartını kaldıran kararı yeni sendikalar için daha uygun bir ortam yaratmışken. Mevcut yasalar her zaman önümüzdeki en büyük engel değildir. Bunlar aşılabilir; yeter ki böyle bir irade ve niyet olsun.

Birleşik emek hareketinin çağrıcısı kim olur sorusuna gelince, doğrudan bu konuda derdi olan sendikalar ile siyasi hareketler olabilir. Tek bir yapının içinde derlenmek toplanmak da şart değildir. Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) bir adımdır. Geçmişe bakacak olursanız sendikalar Arası Dayanışma (SADA), yıllarca etkili şekilde çalışan Emek Platformları, kimi işçi kentlerinde hala devam eden demokrasi platformları var. Bu yapılar sıkı bir iç iletişimle zaten tek bir sendikal yapı gibi davranabiliyorlar; sadece organik ilişkileri eksikti.

Bu konuda bir değinmede bulunayım. Metal fırtınadan bahsettik. İşçi gündemli pek çok siteyi mesleğim ve ilgi alanım gereği takip ediyorum. Özellikle sendikal meselelere ağırlık verenleri yakından takip ediyorum. Metal direnişinin birinci değil, ama, ikinci gününde ciddi bir durumla karşı karşıya olunduğunu fark ettim. Yemek vs gibi meselelerde anlık patlamalar olur ve o mesele akşama öyle ya da böyle çözülür ve söner.

Eğer bir eylem ertesi gün de devam ediyorsa orada bir “örgüt”, bir “organizasyon”, bir “koordinasyon” vardır. Bu kadar insan kendiliğinden, durduk yere düğmeye basılmışçasına hareket edemez. Bu eylemleri organize eden yapının kalıcılığı, bir programa sahip olup olmaması, gelecek tahayyülü vesaire bu bağlamda ikinci planda kalması gereken sorulardır. İşçilerin ortak hareket edip etmedikleri sorusu siyasi olarak önemlidir. Evet, birlikte hareket var; demek ki burada ciddi bir çalışma da var. Sonradan anlaşıldığı üzere bir programa ve yönelime de sahip değillermiş ama bir “örgüt” var.

Eksik olan şey, gerçekten dönüşüm gerçekleştirecek olanların işçiler arasında olmaması. Türkiye işçi sınıfının öncüsü olma hedefiyle çalışma yürütenler dahi –bütünüyle işçi sınıfı dostlarını kapsayacak bir inceleme yaptığımda- hepsinin haberleri birbirinden aldığını ve yorumlar katarak yayınladıklarını, doğrudan içerden işçilerden alınan haberlerin ihmal edilecek düzeyde olduğunu fark ettim. Bu çok acı bir olay ve şunu gösterir: Harekete geçen dev kitle içerisinde -25.000 işçi deniliyor-   işçi sınıfının kurtuluşu perspektifiyle mücadele eden bilinçli işçiler ile sade işçileri bir araya getirebilecek insanların sayısının çok az olduğu ortaya çıktı. Bu kitle ile işçi sınıfının gerçek dostları arasında organik bağ olmadan, bizzat işçilerin kendileri bahsettiğimiz taleplerde bulunmadan ya da bu talepleri öne sürenler bizzat işçiler olmadığında  bütün sözler uçuyor, çabalar akademik bir çalışma gibi kalıyor.

Buradan Sendikal Güç Birliği Platformu’na gelecek olursak… SGBP bilindiği gibi sendikaların tepe yönetimlerinin tercihi idi.  Tabandan başlaması vs gibi bir idealleştirmem yok, bazı hallerde bu ilişki tavandan da oluşturulabilir, sakınca görmüyorum. SGBP yayınladığı onca bildirilere, yaptığı çalışmalara, yaşamsal taleplerine rağmen tabanda ne ölçüde karşılık buldu derseniz doğrusu kalıcı bir nitelik taşıyacak zemin oluşmadı. Katılımlar çoğunlukla yöneticilerle ya da en iyi niyetli çaba olarak temsilcilerle sınırlı kaldı. Türk-İş’te sadece bir seçim dönemi ile sınırlı değiliz diye çıkılmıştı. Bunun eğitimleri yapıldı mı? Hayır. Neden talepler tabanda ciddi bir karşılık oluşturmadı? Herhangi ilave pozisyonlar alma ihtiyacı duyuldu mu? Hayır.

SGBP tavandan başlamış, çok iyi niyetli bir gayrettir. Mutlaka üzerine gidilmesi ve geliştirilmesi gereklidir. Bu çalışmanın kalıcı hale gelmesi ancak tabanın da bu talepleri sahiplenmesi ile mümkündür. Eğitimlerin burada işlevli olacağını düşünüyorum. İşçinin mücadeleci olması objektif olarak onu dönüştürür. Sermayeye karşı tutumu, işçi demokrasisi tutumu olumlu olduktan sonra o işçinin bir seçmen olarak tavrının daha az önemli olduğunu düşünüyorum. Mücadeleci tutum diğer alandaki ilişkilerine de mutlaka yansır. Fakat, eğer SGBP önümüzdeki süreçte etkili bir aktör olmayı hedefliyorsa, kaç sendika niyetli ise, onların bir araya gelip ortak eğitim, ortak araştırma, ortak örgütlenme yönünde çok daha fazla emek harcaması lazımdır. Yoksa, sönümleneceğini bilmek gerekiyor.

Hiçbir etkili eylem öncesinde hazırlık olmadan, organize olmadan başarıya ulaşamaz. Aynı hatalı tavrı güncel metal direnişleri ile 15-16 Haziran arasında bağ kuran arkadaşlarda da görüyorum. 15-16 Haziran direnişinde çok ciddi bir siyasal irade var. O siyasi iradenin harekete geçirdiği yüzlerce yönetici ve temsilci bulunuyor. O temsilci ve yöneticilerle birlikte hareket eden onlarca eğitimcinin, örgütçünün günlerce süren hazırlık faaliyetleri var. Yapılması gerekenlerin tek tek planlanması ve harekete geçilmesi var ve iki gün sürdü. İki direniş arasında mukayese kabul etmez farklar vardır.

Özellikle lokomotif sektörlerde –otomotiv, petrokimya, enerji, lojistik, finans vb- doğrudan insanların örgütlenmesi gerekiyor. İşçilerin dönüşmesi için işçilerle birlikte hareket etmesi gerekenlerin o alanlarda yer alması gerekiyor. Bu alanları içerden dönüştürecek bir zeminin, ilişkinin yaratılması gerekmektedir.

Metal direnişine bağlı olarak, eylemlerden sonra  işten atılanların sayısı çok olacaktır. Büyük bir kıyım yaşatacaklardır. İşten atılanların hepsinin istisnasız özel olarak seçildiğinden eminim.

-Türk Metal listeler verirdi. Burada da patronlar ile Türk Metal’in kriminal bir çalışma yürüttüğü/yürüteceği açık…

Dik duran, öncülük yapan ya da öncülük yapan ile facebook üzerinde bile arkadaş olan, selam veren vs biçiminde insanlar seçilmiştir. Bu işçileri kıracaklar. Eylemlere katılan işçinin değişeceğini, dönüşeceğini, büyüyeceğini onlar da biliyorlar. Arkadaşı için direnen bir işçiden daha güçlüsü olamaz. O yüzden, bu duyguyu yok etmek için saldıracaklardır. Bu kıyıma karşı durulamaz ise, bu yoğunlukta bir emeğin heba olması durumu ile karşı karşıya kalacağız. Türkiye’de emek alanına yoğunlaşan bir odak oluşturmayı, devrimci bir odak olmayı başarmak zaruret. İşçi sınıfının farklı bileşenlerini harekete geçirebilen bir yapılanma gerekiyor.

-İşçi sendikalarının dayanışma kültürlerine göz attığımızda Türk –İş içindeki mücadeleci sendikalarından yönetici ya da işçi gruplarının DİSK’e bağlı sendikaların direnişlerine ya da DİSK’e bağlı sendikaların yönetici ya da işçi gruplarının Türk-İş’e bağlı sendikaların direnişleriyle, grevleriyle, işten atılmalar karşısında dayanışma, direniş çadırlarını ziyaret etme alışkanlıkları yok. SeaPool işçiler, Divan Oteli, TÜVTÜRK işçileri vb süren direnişler var. Geçmişte direnişlerle siyasal grupların da önayak olmasıyla dayanışma etkinlikleri örgütlenirdi. Dayanışma geceleri, ziyaretler, eylemler olurdu. Üniversite yıllarımdan hatırlıyorum okullardan dayanışma ziyaretlerinde bulunurduk. Dayanışma kültürünün çokça aşındığını gözlemliyorum. Bu bana bağın epeyce bir koptuğunun emaresi gibi geliyor…

Doğrudur fakat geçmişte de konfederal düzeyde, konfederasyonların yönetimleri düzeyinde geçişgenlik, dayanışma zaten zayıftı. 1980 öncesinde DİSK ve Türk-İş’in gerilimi daha yüksekti. 1980 sonrasında ise zaten 12 yıl boyunca DİSK yoktu. DİSK’i oluşturanların bir kısmı Türk-İş’e dâhil oldular ya da bağımsız sendikalarda yer aldılar. DİSK yeniden 1992’de kuruldu. Bahsettiğiniz kültür aslında geçmişte de var ama şubeler ve bölgeler düzeyinde aslında konfederasyon ayrımı pek yoktur. Gebze’de, Çerkezköy’de vs yoktur. Kendi aralarında ilişki konfederal yapıya bakılmaksızın daha sıcaktır. Merkezi düzeyde ise Emek Platformu sonrası, böyle bir dayanışma yoktur. DİSK İstanbul konfederasyonudur, Türk-İş içerisinde de SGBP’yi oluşturanlara dikkat ederseniz bir ikisi hariç diğerlerinin merkezi İstanbul’dur. İşçi hareketi içerisinde İstanbul ve Ankara ayrımı da belli belirsiz yer almaktadır. İstanbul ve Ankara merkezli sendikaların farklı özellikleri vardır.

-Petrokimya alanında grev ve direnişler yaşandı. PETKİM direnişi yaşandı. EATON Corporation’da eylemler oldu. Rafinerilerde işçi eylemleri yaşanıyor. DEVA ilaçta sendikal hak ihlalleri yaşandı ve Petrol-İş uzunca zamandır bu konuyu gündemde tutmaya çalışıyor. Petrokimya alanında yeni emek rejimlerinin, taşeronlaştırmanın, güvencesizleştirmenin etkisi ve şiddet seyrini anlatır mısınız?

Bizim işkolunun tam adı petrol, kimya, lastik ve ilaçtır. Petrol, kimya, lastik ve ilacı ayrı bir kategoride plastiği ayrı bir kategoride ele almak gerekir. Petrol, kimya, lastik ve ilaçta taşeron azdır. Örneğin rafineriler açısından baktığımızda bir rafineri işçisinin, PETKİM işçisinin, TÜPRAŞ işçisinin yetişme süresi asgari –işverenin ona yaptığı yatırım olarak bakacak olursanız- 5 yıldır. Bir işçi 22-23 yaşında işe başladığında 30 yaşına varıncaya kadar hiçbir alanda bir sorumluluk sahibi değildir. Hep öğrenme sürecindedir. Daha sonra küçük küçük sorumluluklar alır. Yetişmesinin sınırı da yoktur. Dolayısıyla bu alan yapısı gereği geçici işçilik formlarına uygun değildir. Ancak taşerondan kastedilen geçmiş dönemdeki yemek, temizlik, güvenlik, taşımanın servis hizmetlerinin de bir arada olduğu süreç açısından bakarsak, ana işlerde değilse bile yan işlerde taşeronlaştırma vardır. Geçmişte hepsi aynı şirketin kadrolu elemanları iken yeni dönemde yeni yapılanma içinde buna yer verilmiyor. Örneğin TÜMTİS’in, Nakliyat-İş’in yaptığı bütün örgütlenmeler aslında bir nevi taşeron işçilerinin örgütlenmesidir.  Geçmiş dönemde ana firma kendi kamyonları, araçları ile mallarını taşırken yeni dönemde taşımacılığı artık kadrosundan çıkarıp taşerona verdiler. DHL, UPS, Aras Kargo vs artık bunlar dünya ölçeğinde, deyim yerinde ise, taşeron işi yapıyorlar.

Plastik sektöründe çalışanlar daha az kalifiyedir. Otomasyon çok fazladır. Bir işi öğrenme süresi 1-2 aydır. Bu alanda taşeronu daha fazla görüyoruz. 1-2 aylık bir eğitimle eskisinin yerine yeni bir eleman alabiliyor. Bizim TPAO’da taşeron sorunumuz var. TPAO’daki taşeron sorunu hükümetin özelleştirmeye hazırlık olması açısından devam ediyor. Batman ve Adıyaman merkezli yaşananları biliyorsunuz.

İlaç sektörüne gelince biz birkaç ilaç firması dışında örgütlüyüz. Novartis, Zentiva (eski Eczacıbaşı), Sandoz, Bayer’de örgütlüyüz. Deva’da sendikal faaliyet işten çıkarmalarla kesintiye uğradı ve bir şekilde örgütsüz hale geldik. Tekrar örgütlenmeye çalışılıyor. Yeniden örgütlenme açısından müşkül bir durum ortaya çıktı. İlaç sektöründeki sorun taşeronlaşmadan ziyade sendika düşmanlığıdır. Biliyorsunuz işveren “utanmazlığı” ele alırsa, kamuoyundaki prestijini önemsemezse ve inatla ben burada sendikayı asla yaşatmayacağım derse mevcut yasalarla yıllar boyunca oyalayabiliyor. Çoğunluğu elde ediyorsunuz tespit davası açıyor. Tespit için gün 3 ay sonrasına gün veriliyor. 3 ay sonrasında bilirkişi değişmesi durumunda bilirkişi bir daha belirleniyor. Burada da belli bir zaman geçiyor. Yaptırımlar yok, sendikalar bu konu üzerinde yeterince durmuyorlar. Türk-İş’in bir bölümü siyasi iktidardan yana tavır belirleyince ve DİSK’in de gücü az olunca bu meselelere çok fazla ağırlık verilemez hale gelindi. Bu nedenle sendikasızlaşma işçinin bu anlamıyla çok büyük bir sorun alanıdır.

-Eğitimlerinizde geçmiş dönem ile yeni dönem arasında işçi tipolojisinde ne gibi farklılıklar gözlemliyorsunuz?

İşçiler her zaman gençtir! Eski ile yeni dönem arasında elbette fark var: Eski işçiler geçmiş dönemde daha yoğun bir mücadele sürecinin içinden geldiklerinden ve sendikaları da daha fazla onları mücadele alanlarına götürdüğünden daha deneyimli ve bilgililer. Ancak fikri yapı açısından Türkiye’deki siyasi alanda ne tür bir manzara varsa zaten işçiler de onu yansıtıyor. Bir araştırmaya dayanmadan, bana işçilerimizin siyasi tutumlarını sorun, size seçimlerdeki tabloyu alın, artı/eksi yüzde 5 koyun aşağı yukarı kesin bir sonuç çıkar, derdim. İşçi sınıfı da toplumu bire bir yansıtıyor. İstisnası şöyle olabilir, örneğin Batman’daki işçi yapısı ile Trakya’daki işçi yapısı biraz daha birbirinden farklılık gösterebilir, o kadar.

Yoğun bir eğitimin sonunda, işçi bilincine sahip olmayan en geri işçinin bile hızla belli aşamaları kat ettiğini defalarca gözlemledim. İşyerinde katıldığı eylemler, sendikası ile ya da bağımsız olarak gittiği mitingler onu hızla eskilerin düzeyine yanaştırabiliyor. Şunu söyleyebilirim: Eski işçi ile yeni işçi arasındaki fark birkaç eylem sonrasında hızla kapanabiliyor. Umutsuz olmak için hiçbir sebep yok kısacası.

-Sendikal eğitimlerin bir bilinç dönüşümüne yol açtığını ve bunun mücadeleye yansıdığını söyleyebilir miyiz?

Sendikalarda bir kültürel bir değişim yaşanacaksa bunun eğitimle, eğitimlerle paralel yürütülen eylemlilikle olacağını düşünüyorum. Mesela sendikalarda temsilci izinleri, eğitim izinleri vardır. Toplu sözleşmelerde bu izinler yer alır. Kimi yerlerde bu izinlerin kötüye kullanıldığına şahit oluyorum. İşçi sınıfı, tarihsel olarak temsilcilerine çok önem vermiştir. Çünkü defalarca kara listeye alınmış, öncü oldukları için iş bulamamış, cefa çekmişlerdir. Bu kişilere kendisini daha iyi temsil edebilsin diye -ortaklaşa kararla- izinler vermiştir. Bunun tarihsel kökenini bilmeyen bir işçi çok rahatlıkla bunu har vurup harman savurabilir. Hâlbuki bu izinler koşullu olarak alınmıştır. Bu bilinmez hale gelmiş durumdadır. Sendikal kültürün kadrolar aracılığıyla yeni kuşaklara yansıtılmasının mümkün olmadığı dönemlerde sendikal eğitimler aracılığıyla aktarmak gerekiyor. Mücadeleci kadrolarımızın az olduğu, eğitimin de olmadığı bir ortamda her işçi tarihi kendisi ile başlatır. Böylelikle çok ileriye de gidilemiyor. İşçi sınıfı içinde sınıf bilincini aktaracak, yansıtacak kadroların kalıcılığının sağlanması gerekiyor.

Aksi durumda metal fırtına gibi parlamalar olacak, bu parlamalar da nihayetinde bir dönüşüm yaratacaktır ama biz neredeyse bu eylemlerde yokuz. Kayseri/Boydak’taki eylemler şok edici olmuştu. Çünkü gerçekten hiç kimsenin haberi ve beklentisi de yoktu. Biz benzer patlamaları 2020’li yıllara geldiğimizde, şimdiden söylemiş olayım, Konya’da da göreceğiz. Çünkü pek çok büyük firma Konya’ya taşınıyor. Yanlarında örneğin Çerkezköy’den, Gebze’den, İstanbul’dan deneyimli işçileri de götürüyorlar. Gidenlerin bir kısmının geri kültüre adapte olacaklarını tahmin edebiliriz, ama bir kısmı da orada aşı vazifesi görecektir. Mücadele tecrübesi aşılayacaklardır. Bu nedenle, hazırlıklar 5-6 yıl sonra Konya’da da benzer patlamalar görülecek şekilde yapılmalıdır. Eğer, hazır olunursa, işler hızlanır. Değilse, işçi sınıfı mücadelesi devam edecek, kendine yeni yollar bulacaktır.

-Sendikalarda pek solcu kalmadığı, bunun da sendikalarla solun ilişkisini zayıflattığı söyleniyor…

Mecliste’teki sandalye dağılımını 5 aşağı 5 yukarı esas alın, işçilerin siyasi yapısını anlarsınız. Sendikalarla solun ilişkisinden kasıt solcuların kalmaması ise hâlâ işyerlerinde yeterince solcu işçiler var. Ancak bu işçilerin sol siyasal yapılarla, hareketlerle ilişkisi zayıfladı. Sendikalarda kendisine solcu diyen işçiler örgütlü yapılarda değiller. Öte yandan yönünü emekçilere, işçi sınıfına çevirmiş yapıların sayısı çok azaldı. Sorunun bir yanı da böyledir. Bu sözle değişecek bir durum değildir. Bir yandan da çok yoğun enerji harcanıyor. Örneğin Dora işçileri müthiş bir özveri ile her Pazar eylemlerini gerçekleştiriyor. BEDAŞ işçileri 242 gün direndi. Kafe bar çalışanları örgütleniyor. Taşeron işçilerin örgütlenmesine dair müthiş çabalar var. Bu tür bir enerji kalıcı sektörlere, lokomotif alanlara yansıtılmış olsaydı çok daha büyük bir dönüşüm gerçekleşebilirdi. Kurumsal yapılar, büyük olanaklar esas olarak bu sektörlerdeki sendikalardadır. Tarihsel tecrübe, birikim ve bellek bu sendikalardadır. Bu alanlarda ciddi bir çalışma yapıldığında ciddi dönüşümler yaşanma olanakları mevcuttur.

-Bazı sendikacıların dudak uçuklatıcı maaşları, kişisel harcamalarını sendikaya ödetmesi, arabaları vs gündeme geliyor…

Kestirmeden söyleyelim, sendikalar işçiler için zenginleşme aracı olmaktan çıkarılmalıdır. Saray tartışmalarındakine benzeyen “itibardan tasarruf olmaz” gibi ya da “işçi sınıfının temsilcileri en iyisine layıktır” gibi yaklaşımlar terk edilmelidir. Görgüsüzlük mahkum edilmelidir. Mütevazı olmak, ona göre yaşamak gerekir. İnsan düşündüğü gibi yaşamıyor, yaşadığı gibi düşünüyor. Bu söz sık sık kanıtlanıyor. “Sendikacının arabası en iyisi olsun, en çok parayı o alsın, ama mücadele etsin” gibi bir şey olmuyor.

Öte yandan müthiş bir özveri ile çalışan, en fazla işçiler kadar para alan sendika yöneticileri de var. İşçi gibi yaşıyorlar. Zaten “işçi” olan yöneticiyi, “işçi gibi” olduğu için kutluyoruz gerçi ama! Petrol-İş’te de bildiğim için söylüyorum, uçuk rakamlar yok. Kimi sendikacıların yaşantısına bakın; yaşadığı o hayatla işçi sınıfının sorunlarını algılaması mümkün değil. Geçmiş dönemde mücadeleci, ateşten gömlek giyer gibi neredeyse yarı deli diye tabir edilen insanlar yönetimlere aday oluyordu. Sendikal mücadele sonucunda işçiler için elde edilen haklar – izin, maaş, olanaklar anlamında- sendika yönetiminden daha fazlaydı. İşçi sınıfı mücadelesine gönül verenler ve işçi sınıfı ideolojisine yakın olanlar yönetimlere talip oluyordu. Bugün durum tam tersine döndü. Şimdi uçurum denebilecek düzeyde işçi ile sendika yöneticileri arasında ekonomik dengesizlikler oluştu. Sadece bu saik ile hareket eden pek çok insan sendika yönetimlerine aday oluyor. Ancak temsilcilik hala gönüllülere dayanıyor çünkü ilave parası yok. Bugün yarın temsilcilere alt tarafı bir kontör ya da telefon parası verilse 3 olan aday sayısının 13’e çıkacağını rahatlıkla görürüz.

Sendikalar açısından maddi kazanç boyutu yok edilmedikçe sendikal mücadele zaafa uğramaya devam edecektir. Yıldırım Koç, bir işçinin emekli olduğunda alabileceği toplam kıdem tazminatını aylık olarak alan, ayda 72 bin lira alan sendikacılar var diyor. Yıldırım Koç sık sık bu rakamları açıklıyor. Her konuda açıklama yapan ya da dava açan sendikacılar bu konuda yalan ya da iftira demiyor, yanıt vermiyorlar. Bu korkunç bir durum. Ben bu kadar almıyorum, yalan söylüyor, şu kadar alıyorum da denmiyor.

-Ek olarak söylemek istedikleriniz var mı?

Sonuç olarak, bu detaylarda boğulmaya gerek yok. Sendika yasalarının durumu ortada. Bu yasalara rağmen mücadele edilir. Grev hakkı olmayan onlarca işyeri fiili grevler yapıyor. 1950’li yıllarda, grevin ve toplu sözleşmenin yasak olduğu yıllarda da sendikacılarımız özveriyle mücadele ettiler. Onlardan örnek alanlar 1960’lı, 1970’li yılların devrimci sendikacılarını yarattılar.

Bugün eskiye göre çok daha ileri bir durumdayız. Hem fikri dünya açısından hem de örgütlülük açısından daha gelişmiş durumdayız. Günümüzün işçileri 1950’li yıllardaki büyüklerinden daha geri durumda değiller. Aksine çok daha aktifler. İç örgütlülük, organizasyon ve sağlam bir program eksiklikleri var. Hayalci yaklaşımlar terk edilip mücadeleci, dayanışmacı, birlikten yana uzun soluklu bir çaba işçi sınıfını yeniden hak ettiği yere oturtacaktır.

*Erhan Kaplan- Petrol İş Sendikası Sendikal Eğitim Uzmanı

Kaynak link: http://direnemek.org/2015/07/03/erhan-kaplan-mevcut-yasal-yapilarla-bile...