2014 yılının ilk 6 ayı için 846 lira olan asgari ücret, 1 Temmuz itibarıyla 891 lira oldu. Bir diğer ifadeyle; eşi çalışmayan 2 çocuklu bir asgari ücretlinin öğün başına ayırabildiği tutar 71 kuruştan 75 kuruşa yükseldi! DİSK-AR tarafından yapılan bu hesaplamaya asgari geçim indiriminden kaynaklanan gelir miktarının dahil edilmiş olduğunun da altını çizelim.
Çalışma Bakanı Faruk Çelik, asgari ücretle geçinmenin “mümkün” olduğunu savunurken, genellikle çay-simit hesabı üzerinden yürütülen tartışmalara yeni bir ölçüt getirmişti:
“Geçinemez diye bir şey yok. Tabi geçinirsiniz. Netice itibarıyla peynirin kilosunun fiyatı belli, ekmeğin fiyatı belli, yediğiniz zeytinin fiyatı bellidir. Bunu istismar etmemek gerekir.”
Gelen tepkiler üzerine yaptığı açıklamada ise asgari ücretin daha yüksek olması halinde rekabet gücünün olumsuz etkileneceğini söylemiş ve belirlenen düzeyin sadece bir sosyal koruma ücreti olduğunu vurgulamıştı.
Bu yaklaşım her şeyden önce asgari ücretin amaç ve işlevi ile çelişiyor. Çünkü bir sosyal politika tedbiri olarak asgari ücret, emek gücünü korumak adına devletin piyasaya müdahale etmesi demek. Yani zaten emekçilerin geçim standartlarını, patronun rekabet kaygılarından korumak için uygulanıyor. Kaldı ki; sosyal ücret yaklaşımı bakımından bu da yeterli değil. Eğitim, sağlık gibi kamu harcamalarıyla da desteklenmesi gerekiyor. Sürekli gündeme gelen yatırım teşvikleri, yatırım projelerine hazine tarafından verilen borç ödeme güvencesi, vergi indirimleri ve nihayet vergi cezalarının “ulvi” amaçlarla silinmesi gibi uygulamalar düşünüldüğünde ise kamu bütçesinin yetersizliği iddiaları tümüyle geçerliliğini yitiriyor. Sorun; kamu bütçesinin yetersizliği değil devletin sınıfsal tercihi.
Asgari ücretin yetersizliğini, belirlenen düzeyin sadece bir “sosyal koruma tedbiri” olduğunu söyleyerek savunmak ise bir diğer çelişki. Çünkü çağdaş sosyal politika anlayışı sosyal korumayı “ölmemenin” değil, insan onuruna yakışır bir hayatı sürdürmenin güvencesi olarak tanımlıyor.
Ücrete ilişkin tüm sosyal yaklaşımlar, işçinin yanı sıra ailesini de dikkate alır. Nitekim ILO’da asgari ücrete ilişkin 131 Sayılı Sözleşme ve 135 Sayılı Tavsiye Kararı’nda, asgari ücret tespit edilirken, işçiyle birlikte ailesinin ihtiyaçlarının da göz önünde bulundurulması gerektiğini belirtiyor. Türkiye’de ise asgari ücret yönetmelik gereği, işçinin bireysel ihtiyaçları üzerinden hesaplanıyor. Zaten 131 Sayılı ILO Sözleşmesi de henüz onaylanmış değil. Ancak Türkiye’nin demografik özellikleri de göz önünde tutulduğunda, asgari ücretin birkaç çocuklu pek çok hane için tek geçim kaynağı olduğu biliniyor.
Hesaplama için gerekli veriler ise Hane Halkı Bütçe Anketlerinden derleniyor. Ancak bu anketler “ortalama aile”nin yaşam düzeyi ve tüketim kalıplarını belirliyor. Yani ücretlilere özgü değil. Oysa gelir eşitsizliğine bağlı olarak tüketim kalıpları büyük farklılıklar gösterebiliyor. Nitekim sendikaların talebi de asgari ücretin tespitinde ücretlilere özgü verilerin dikkate alınması yönünde.
Asgari ücreti tespit ederken piyasa koşullarını göz önünde tutmak meselenin fıtratına aykırı olduğu gibi, hükümetin ortaya koyduğu iddiaların tümüyle aksini gösteren bilimsel veriler var. Örneğin; ampirik literatürde bu konuda yapılan sınırlı çalışmalardan birinde Yrd. Doç. Dr. Bilal Kargı’nın ulaştığı sonuçlar şöyle*:
- Milli gelirdeki artış asgari ücreti desteklemiyor. Dolayısıyla ücretliler açısından harcanabilir bir gelir artışına tekabül etmiyor.
- Asgari ücret yoksulluk sınırına yaklaşamıyor.
- Asgari ücret artışları enflasyona yol açamayacak kadar düşük. Bununla beraber enflasyona uygun bir asgari ücret artışının olduğu da söylenemez.
- Düşük asgari ücret piyasadaki cari ücret düzeyi üzerinde de baskı yaratıyor. İşsizlik düzeyiyle birlikte bu baskı daha da artıyor.
(*) Bilal Kargı; “Ücret Yapışkanlığı Hipotezinin Test Edilmesi: Türkiye’de Asgari Ücret ve Büyüme Üzerine Zaman Serileri Analizi (2005- 2012)”, Çalışma ve Toplum Dergisi, 2013/2.
Kaynak: Evrensel Gazetesi