Toplantı, limanın işletilmesini yabancı ağırlıklı bir şirkete 49 yıllığına veren bir özelleştirme işleminin tartışılması için düzenlenmişti. Ama toplantıda Petrol-İş ve Hava-İş'in temsilcileri de vardı.
Toplantı, limanın işletilmesini yabancı ağırlıklı bir şirkete 49 yıllığına veren bir özelleştirme işleminin tartışılması için düzenlenmişti. Ama toplantıda Petrol-İş ve Hava-İş'in temsilcileri de vardı.
Ender rastlanan bir olay: Bir sendikanın derdi başka iki sendikayı da ilgilendirmiş, bir araya gelip ortak stratejiler arama gereğini duymuşlardı. Konfederasyonun yapmadığını, yapamadığını ya da yapmak isteyip tam yapamadığını onlar yapacaklardı.
Liman-İş, Türkiye'nin en büyük dışsatım kapısı olan koskoca İzmir Limanı'nın bir yerli şirketin ve "İhracatçılar Birliği" nin yanında asıl ağırlığı oluşturan liman yönetimine egemen olacağı açıkça bilinen, ama Çinli mi İngiliz mi olduğu pek kestirilemeyen bir şirkete 1275 milyon dolara verilmesine karşıydı. Belli ki, özelleştirilen ya da işletilmesi yabancı bir şirkete verilen bütün kuruluşlarda olduğu gibi burada da önce yatırım, büyütme ve kamu gelirini artırma vaadi verilecek, ama ardından bunların yerine hemen girişilen işlemle, işçinin bir bölümüne kapıyı gösterip sonra da asgari ücretle sendikasız işçi alımına geçilecekti.
Petrol-İş, 2050 milyon dolar karşılığında Cumhuriyetin gözbebeği PETKİM'deki yüzde 51 hissenin, dolayısıyla yönetim yetkisinin ne idüğü belirsiz bir yabancı sermaye grubuna satılma sürecini durdurma peşindeydi. O grubun yapısı öylesine kuşku vericiydi ki, sermayedarlar konusunda ihale öncesi yapılan inceleme yeterli bulunmamış, şimdi haklarında resmen açılan yeni bir incelemeye geçilmişti.
Hava-İş, dünya havacılığında Türkiye'nin yüz akı olan ve her yıl kamu geliri açısından altın yumurtlayan Türk Hava Yolları'nın hatalı bir "halka açılış" girişiminden sonra yer hizmetleri ve uçuş personelinin geçim olanaklarına ve çalışma koşullarına getirilen haksızlıkları düzeltme peşindeydi.
Her üç durumda da emekçinin çıkarlarıyla kamunun, yani halkın çıkarları örtüştüğü için bu "ortak" başkaldırışta "ulusal" bir içeriğin varlığı hemen sezilmekteydi.
Aslında bu ortak ve ulusal nitelik hep vardı. Emek dünyasının bunu sezmeyişi, sezip de gereğini yapmayışı ve meydanı dıştaki sömürücülere ve içteki uzantılarına bırakışı gerçekten hayret ve üzüntü vericidir. Yine de zararın, aymazlığın ve hatta bazı durumlarda sinsi işbirliğinin neresinden dönülse kârdır.
Önemli nokta şu: Türkiye'nin emek dünyası, işçisiyle, mühendisiyle, meslek odalarıyla sık sık sözünü ettiği "üretimden gelen güç" ünü şimdiye kadar çok iyi kullanmış sayılamaz. Bu güç, nedense, çoğu zaman hep bilek gücü, çatışma, kavga dövüş gibi algılandı. Oysa asıl güç, emeğin üretimdeki yeri, ağırlığı ve "olmadığı zaman anlaşılan vazgeçilmezliği" dir. Bunu akıllıca kullanmayı bilmek, hiç kuşkusuz hem çalışanı korur hem de ülkeyi ve Cumhuriyeti.