Bu seçimde de işçiler ve onların talepleri programlarda yer almadı, alanlara yansımadı. Demokrasi olmadan çalışanların temsil edilmesi mümkün değildir ama emekçilerin temsil edilmediği bir “demokrasi” de gerçek demokrasi değildir Yard.Doç.Dr. Betül Urhan İlk çağ düşünürlerinden Platon (Eflatun) tasarladığı toplumu sınıflara ayırmıştı. Öngördüğü sınıflı toplumda birileri yönetici, birileri savaşçı (asker) diğerleri de işçi (üretici sınıf) olacaktı. İşçiler hiçbir hakka sahip olmayan kölelerden oluşmaktaydı. Bütün medeni ve siyasal haklara sadece özgür insanlar sahipti.
Bu seçimde de işçiler ve onların talepleri programlarda yer almadı, alanlara yansımadı. Demokrasi olmadan çalışanların temsil edilmesi mümkün değildir ama emekçilerin temsil edilmediği bir “demokrasi” de gerçek demokrasi değildir Yard.Doç.Dr. Betül Urhan İlk çağ düşünürlerinden Platon (Eflatun) tasarladığı toplumu sınıflara ayırmıştı. Öngördüğü sınıflı toplumda birileri yönetici, birileri savaşçı (asker) diğerleri de işçi (üretici sınıf) olacaktı. İşçiler hiçbir hakka sahip olmayan kölelerden oluşmaktaydı. Bütün medeni ve siyasal haklara sadece özgür insanlar sahipti. Köle insan, özgür kişi ile hayvan arasında bir yerde durmaktaydı. Üstelik Platon’a göre bu işçi/kölelerde “iyi” yan o kadar zayıftı ki, o ancak bir özgür insana “köle” yapılmak suretiyle dizginlenebilir ve “adam” olması sağlanabilirdi Ancak Platon’un öngördüğü bu eşitsiz yapının kurulabilmesindeki sorun şuydu: kimlerin işçi, kimlerin yönetici olacağı nasıl belirlenecekti, daha da önemlisi bu sınıfsal hiyerarşik düzenin insanlar tarafından benimsenmesi nasıl sağlanacaktı? Platon çözümü “yararlı bir yalan” söylemekte buldu. Buna göre Tanrı insanları yaratırken bazılarının mayasına altın, bazılarına gümüş ve geri kalan büyük bir çoğunluğa da demir katmıştı. Dolayısıyla altın mayalılar “yöneten” grup, gümüş mayalılar “asker” ve demir mayalılar da “işçi” olmak durumundaydı. Bu eşitsiz yapı, topluma “Tanrı böyle istemiş” denmek suretiyle benimsetilecekti. Binlerce yıl boyunca Platon’un bu maya hikâyesi tutmuş ve farklı versiyonlarıyla birçok devletin toplumsal yapısını oluşturmuştur. En son olarak günümüzde uygulanmakta olan biçimsel demokrasi, yukarıdaki eşitsiz yapıyı ortadan kaldırmayı başaramamış görünmektedir. Değişen hiçbir şey yoktur. Sadece kimin mayasına altın katıldığına Tanrı değil parti liderleri karar vermektedir. Sonra da belirlenen bu “altın mayalılar”, içerisinde işçilerin de olduğu “halk” tarafından onaylanmaktadır. Halk, kendisini kimin yöneteceğine yönelik sürece hiçbir biçimde katılamamakta ve sadece önüne konanlar arsından seçim yapmaktadır. Demokrasi tanımı “halkın halk tarafından yönetimidir”. Oysa günümüzde uygulanmakta olan demokrasinin hiçbir yerinde halk yoktur. Adeta bir “halksız demokrasi” uygulaması vardır. Avrupa’da sanayi devrimiyle birlikte tarih sahnesine çıkan işçi sınıfı da benzer bir akıbete uğramış ve sistem içerisinde yok farz edilmiştir. Giderek işçi sınıfı bilinçlenmiş ve haklarını talep etme noktasında eylemlere başlamıştır. Önceleri sadece çalışma şartlarının düzeltilmesi talebi ile yola çıkan işçiler (ki ilk zamanlar 18 saat çalışmaktaydılar) zamanla herkesin mayasında altın olduğunu ispat etmek istercesine yönetime talip olmaya başlamışlardır. Uzun vadeli hedef ve amaçlarına ulaşmak amacıyla kendi örgütlerini oluşturmuşlardır. Özellikle Rusya’da işçilerin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte yönetenler emekçilerin hakları üzerine bir kez daha düşünmek durumunda kalmışlardır. Bu durumda burjuvazi her şeyini kaybetmektense işçilerin talep ettiği bazı demokratik talepleri karşılamayı kabul etmiştir… İşte bu tarihten sonradır ki Avrupa demokrasisi ortaya çıkmıştır. Avrupa’nın ulaştığı demokrasi, işçi sınıfının hak mücadeleleri sayesinde elde edilmiştir. Hak edilen yere kavuşmak Sosyalist bloğun dağılmasının ardından, bugün, gerek Avrupa’da gerekse dünyanın başka yerlerinde işçiler yıllar süren mücadelelerinin sonucu elde ettikleri haklarını birer birer kaybetmeye başlamışlardır. İşçilerin en büyük dayanışma örgütü olan sendikalar da bu süreçten nasibini almış ve eski güçlerini yitirmeye başlamışlardır. Sendikalar, yaşanan özelleştirme dalgasıyla birlikte Türkiye’de de eski gücünü yitirmiş ve gerek üye sayılarıyla gerekse sistem içerisindeki yerleriyle büyük gerileme yaşamışlardır. 22 Temmuz’da yaşanan seçimlerde de bu durum hissedildi ve kendini emek yanlısı gösteren merkez siyasi partiler dahi işçi temsilcilerini aday göstermekten kaçındılar. Oysa oy çokluğu üzerine dayanan bu seçim sisteminde iktidar partileri, çoğunluluğu oluşturan işçi sınıf tarafından belirleniyor. Gösterilen birkaç adayın seçilmesi güç yerlerden aday gösterilmesini de siyasi partilerin çalışanları ve onların temsilcilerini artık önemsemediklerinin bir işareti olarak gösterebilmemizi olanaklı kılıyor. Daha da önemlisi, toplumun büyük bir kesiminin ve sorunlarının mecliste temsil edilemeyecek olması, demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak gösterilen siyasi partileri ve bu partilerin genel başkanlarını rahatsız etmiyor. Bir gariplik de, adaylarının büyük çoğunluğunun işçi ve emekçilerin oluşturduğu partilerin çalışanlar ve temsilcileri tarafından ilgi görmüyor olmasıdır. İşçilerin demir mayalı olduklarına inanılan dönemin geri geldiği bu süreçte işçiler ve sendikalar, politikalarını yeniden biçimlendirerek, kendilerini demokratik sistem içerisinde hak ettikleri yere taşımanın yollarını aramalıdırlar. İşçi sınıfının yakıcı sorunları İktidarlar tarafından sendikalar ve çalışan sınıfın dikkate alınmaması örgütsüzlük ile eş zamanlı işleyen bir süreç. Sürekli bir taraflara savrulan kitlelerin liderler ile buluştuğu tek yer olan meydanlar izlendiğinde, demokrasinin! artık çalışan sınıfları kazanmaya ihtiyaç duymadığı görülüyor. Öyle ki seçim meydanlarında, işsizlik, yoksulluk, örgütsüzlük ve güvencesizlik gibi çalışan sınıf için can yakıcı olan sorunların yalandan bile olsa gündeme gelmiyor. Son dönem tarım politikalarından yoksullaşan çiftçi ve köylülerin sorunlarını meydanlara taşıyan kaç parti var? Tam tersine liderlere bu dönemde sesini duyurmak isteyen çiftçilerin “gitmesi” söyleniyor, hatta kulakları çekiliyor. Lider söylemlerinden anlaşılıyor ki türban meselesi, sağlıktan, eğitimden, yoksulluktan, sendikalı olduklarından dolayı işten atılan binlerce işçinin gelecek güvencesinden, özelleştirmelerden çok daha önemli bir konudur. Aslında gözlemler, mecliste temsil edilmeyen çalışanların örgütsüzlüğü de dikkate alındığında, sorunlarının değil çözümlenmesi, artarak devam edeceğini gösteriyor. Demokrasi halkın halk tarafından yönetimi ise bu süreçte sorulacak soruların ve verilecek cevapların olması gerekir? Halkın önemli bir kesimini etkileyen ve etkileyecek olan yasa ve reformların, halka veya çok moda olan bir deyimle sivil toplum örgütlerine sorulmadan “ben yaptım oldu” mantığı ile çıkarıldığı ve uygulandığı, işçi, memur, köylü ve çiftçilerin hak ve çıkarlarını geliştirmek ve korumak için örgütlenmelerinin önünde fiili ve yasal engellemelerin olduğu, kendilerini temsil edecek ve ifade edecek platformlardan yoksun bırakıldığı, toplumun hemen hemen her kesiminde örgütsüzlüğe ve geleceğe güvensizliğe mahkum edildiği, çalışanların yarısından fazlasının kayıt dışı çalıştığı, demokrasiye işlerlik kazandıracak kurum ve kuralların etkisiz kaldığı; başka bir deyimle ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel politikalarının oluşturulmasının her hangi bir aşamasında halkın yer almadığı bir ülkede demokrasi ne anlama gelir? Yoksa demokrasi sadece beş senede bir sandığın önümüze konması ve önceden demokratik olmayan yöntemlerle belirlenmiş adaylara oy vermemizin istenmesi midir? Adayların arasında toplumun en büyük kesimini oluşturan işçi ve köylünün temsilcilerinin yer almadığı bir meclis, demokratik bir meclis olabilir mi? Yukarıda yazılanların tersi bir durum yaratılamadığı sürece demokrasi sıradan, iktidarı meşrulaştıran, içi boş bir sözcükten başka bir anlama gelmeyecektir. Demokrasi olmadan çalışanların temsil edilmesi mümkün değildir ama, emekçilerin temsil edilmediği bir “demokrasi” de gerçek demokrasi değildir.