Petrol-İş Sendikası 25. Dönem Genel Temsilciler Kuruluna
Aliağa Şubesi olarak, geçtiğimiz günlerde meydana gelen sel felaketinde hayatını yitiren yurttaşlarımıza tanrıdan rahmet, geride kalanlara ve özellikle o bölgelerde yaşayan tüm işçi kardeşlerimize sabır ve güç diliyoruz.
Her platformda, sendikal hareket üzerine değerlendirme yapan ilgili - ilgisiz herkes, sendikal hareketin zayıflığından, kan kaybetmesinden bahsediyor. Türkiye'de sendikalaşabilecek işçilerin ancak %8'i örgütlü olduğu halde maalesef, sendikaların bu konuda yeterli çaba sarf ettikleri söylenemez. Ancak bu olumsuzluğun asıl kaynağında yatan nedenin 12 Eylül darbesiyle hazırlanan mevcut yasal zemin olduğunu da bilmekteyiz. Bütün bu olumsuz koşullara rağmen, örgütsüz işyerlerindeki özellikle genç işçiler, işten atılmalara ve baskılara karşın sendikalara üye olmaktan vazgeçmiyorlar. (Gebze'de, Kartal'da, Antalya'da ve diğer yerlerde olduğu gibi) Bu da umudumuzu artıran en önemli unsurdur.
Özelleştirme, taşeronlaştırma, toplam kalite ve esnek çalışma uygulamaları gibi saldırıların yol açtığı önemli hak kayıplarımız oldu. Dün özelleştirilmemesi için mücadele ettiğimiz kuruluşların bir kısmı bugün özel sektörde. Sermayeye karşı mücadelede önemli mevziler kaybedildi ve şimdi IMF-DB'nın temsilcileri, ekonomik programlarının uygulanması konusunda daha da pervasızlaştılar; işçilerin, emekçilerin haklarına saldırma cesaretleri artmış vaziyette. Açlık sınırının altındaki asgari ücrete yüksek diyebiliyor; kıdem tazminatı, sağlık, emeklilik ve sosyal güvenlik gibi, uğrunda bütün dünya işçilerinin kan ve göz yaşı döktüğü en temel haklarımızı elimizden almak, olmazsa azaltmak için girişimde bulunabiliyorlar. Bütün bu uygulamalara karşı çıkan, "başka bir ekonomi ve başka bir dünya mümkün" diyenleri ise geri kafalılık ve "çağın gidişini anlamamakla" suçluyorlar; bizi cehennem hayatına razı etmeye, bu duruma mecbur olduğumuza inandırmaya çalışıyorlar.
İşçi sınıfı bütün bu olumsuzlukları aşmak için gereken birlik bütünlük içinde olmaktan uzak, hatta darmadağınık bir görüntü içinde: Neredeyse işçilerin (örgütlü-örgütsüz) tamamı, "sendikaların kötü yönetildiğini, hatta sendika yöneticilerinin patron ve hükümetlerle işbirliği içinde olduklarını" düşünüyor, sendikalara güvenilmeyeceğini söylüyor; sendika yöneticileri ise "işçilerin, sendikalar etrafında yeterince birleşemediğinden" şikayet ediyor. Bu tartışma kapsamında, işçilerin mücadeleden geri durduklarını söylemek gerçekçi olmadığı gibi, üstelik haksızlık da olur. Çünkü, verilen mücadeleler ile, örneğin kamu kuruluşlarının satışını engelleyen ya da en azından on yıl geciktiren; kamu-özel ayrımı yapmaksızın ortaya konulan çabalarla, hükümetlerin her dönem yaptığı saldırıları püskürten, Sendikaların yaptığı çağrılara uyarak meydanları dolduranlar biz işçiler değil miydik? Demek ki sorun, işçilerin "sendikalarının etrafında toplanmamsında" değil, onları etrafına toplanmaya çağıran(!) önderlerdedir! Yani, son yirmi beş yıldır sendikal harekete egemen olan anlayıştadır. Bunu değiştirecek olan da, işçi sınıfının inançlı, kararlı ve örgütlü mücadelesidir.
İşyeri örgütlülüğüne ve işçi iradesine dayanan bir sendikal çizgiyi hayata geçirmeliyiz
İşyerinden ve işçiden kopan sendikacılar, imtiyazlı konumlarını yitirmemek için, işçileri sendikal faaliyetlerin ve karar alma süreçlerinin dışına iterek, aktif sendikacı-pasif yığın anlayışına sığındılar. En hayati konularda son kararı işçiden habersiz aldılar. Bu bir yandan işçileri edilgenleştirirken, bir yandan da sendikalara olan güveni zedeledi. (Son örnek Metal Sözleşmesi) Bu anlayış, aynı zamanda sendikal hayata egemen olan protestocu eylem tarzıyla sınırlanıp, mahkeme salonlarına sıkıştırılan mücadele esas alındığı için, birçok kurumun özelleştirilmesi engellenememiş, birçok hak kaybedilmiştir. Sonucu belli bu mücadele anlayışını terk ederek, asıl olarak işyeri örgütlülüğümüze ve üretimden gelen gücümüze dayanan mücadeleci sendikal anlayışı hayata geçirilmelidir.
Sendika-siyaset
Yıllardır "sendikalara siyaset bulaştırmayalım" diyenler, sermayenin has siyasetçileri oldular; sendikaları sermaye siyasetinin egemenlik alanı yaptılar. İşçileri sermaye politikaları ekseninde bölerken, onları ayırım yapmadan birleştirecek, sınıfın kendi bağımsız siyasetinden uzak tutmak için çabaladılar. Bu anlayış sendikalara siyaseten güç ve itibar kaybettirdi.
Özelleştirmeye karşı mücadelemizde, özelleştirmenin işçi sınıfına yönelik ideolojik bir saldırı olduğunu savunduk, ama bu saldırı karşısında işçi sınıfının ideolojisiyle birleşerek mücadelemizi güçlendiremedik. Genel olarak biz işçilerin vermesi gereken özeleştiriyi ise şöyle özetleyebiliriz: Sınıfa yapılan bütün bu saldırıların, genel olarak sınıf mücadelesinin, dünyada ve Türkiye'de yaşanan gelişmelerden bağımsız olmadığını pek düşünemedik. Kendi kabuğumuza çekildik, dışımızdaki emekçilerle irtibatımızı kopardık, tek başına kurtuluş olmadığını unuttuk. "Gemisini kurtaran kaptan!", "her koyun kendi bacağından asılır" diye özetlenebilecek olan egemen ideolojinin esiri olduk; dayanışmayı, paylaşmayı unuttuk; daha da kötüsü bütün bu duruma rağmen işlerin iyi gitmesini umduk, bu kafayla sendikacılık yapılabileceğini ve başarıya ulaşılabileceğini zannettik!
Savaş sermayenin kâr aracıdır. Hiçbir savaş (kurtuluş savaşları hariç) işçi sınıfının yararına olmamıştır. Bugün ülkemiz emekçileri birbirlerine düşman edilmeye çalışılmaktadır. Oysa emperyalizme karşı omuz omuza savaşıp bu cumhuriyeti birlikte kuranların torunları değil miyiz biz? Biz, dünyada ve ülkemizde, savaş yerine barışın ve kardeşliğin hayata geçmesini istiyoruz. Savaş tacirlerinin çıkarı için akan kana dur demek, herkesten önce bize, fabrikalarında barışı ve kardeşliği yaşatan işçilere ve onların sendikalarına düşer. Biz susarsak, eller konuşur, onların üreteceği "çözümler" çözüm(!) olur. Sendikalarımızın ülkemizde yaşanan bu sorunla ilgili söyleyecek bir sözü, barışa katkısı mutlaka olmalıdır!
Kazanılmış haklarımızı koruyarak, ücret ve hak kayıplarımızı karşılayacak bir TİS için mücadeleye hazırlanmalıyız .
Önümüzdeki dönemin gündem maddelerinden biri de kamu toplu iş sözleşmeleridir. Her ne kadar kamu işçilerini ilgilendiriyor gibiyse de, her dönem olduğu gibi kamu sözleşmeleri ülkedeki bütün çalışanları yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle her dönem karşımıza çıkan esnek çalışma, taşeronlaşma, performansa dayalı ücret dayatmalarına karşı taviz vermemeliyiz; aksine yeni haklar talep etmeliyiz: "En iyi savunma saldırıdır!"
Asgari ücretin yeniden belirlenmesi için toplanan komisyondaki temsilcimiz Türk-İş, daha aktif tutum almalı, sadece komisyon kararına "şerh düşme" dışında bir tavır geliştirmelidir. Bu bizim yukarıda da belirttiğimiz "kendi dışımızdaki örgütsüz emekçi yığınlarla zayıflamış olan bağımızın güçlenmesine de katkı sağlayacaktır. Bu bağlamda, asgari ücretin açlık sınırının üzerinde, insan onuruna yakışır ve dört kişilik bir ailenin asgari geçimini sağlayacak düzeyde belirlenmesi için her bölgede basın açıklamaları, mitingler, toplantılar düzenlemeli; sokaktaki örgütsüz işçilerin de kendi sorunlarına taraf olmalarını sağlamalıyız. Örgütlülüğü geliştirecek en etkili yöntem, hedef kitleniz olan örgütsüz işçiler için, onlar henüz "üyeniz olmadan" bir şeyler yapmak ve bunu onlara hissettirmektir.
Bir özelleştirme örneği: TÜPRAŞ
Tüpraş özelleştirilmiştir. Bu noktaya gelinceye dek uzun bir mücadele süreci yaşanmıştır. Bu süreci gözden geçirmek, deyim yerindeyse "rapor etmek" gerektiğini düşünüyoruz. Geçmişin sorgulanması en azından gelecek açısından yararlı olacaktır. Bundan sonra karşımıza çıkacak diğer saldırılara karşı nasıl mücadele etmemiz gerektiği, kısacası yaşadıklarımızdan ders çıkarmak için buna ihtiyacımız var. Bu sendikanın birer üyesi ve mücadelemizin başrol oyuncuları olarak, öncelikle bizler özeleştiri yapmak durumundayız.
Sendikamız, özelleştirmelere karşı verilen mücadelede örnek olmuş bir sendikadır. Sendikamızın ortaya koyduğu bu mücadelede, elbette bize destek veren pek çok kişi ve kurum vardı. Ancak doğal olarak, bu mücadelenin lokomotifi bizdik. Mücadelenin yeterliliği hakkında, bizimle beraber mücadele eden kişi veya kurum dışında hiç kimsenin bizi eleştirme hakkına sahip olmadığını düşünüyoruz. Hele bu mücadelede bizim yanı başımızda -hatta önümüzde- olması gerektiği halde olmayan Konfederasyonumuz Türk-İş ve benzer örgütlerin ayrıca sorgulanması gerektiği bir gerçektir
Siyasi iktidarın Tüpraş'ın özelleştirilmesi ile ilgili ilk girişimi öncesi ve sırasında, Petrol-İş olarak, üretimden gelen gücümüze dayanarak yaptığımız eylemler ve şehir merkezlerinde düzenlediğimiz mitingler, konuyla ilgili kamuoyu oluşturmamızı sağlamaya yetmiştir. Hukuki anlamdaki haklılığımızın kamuoyu tarafından da anlaşıldığını kanıtlayan bu durum, yargının konuya bakışını da büyük ölçüde etkilemiş olmalı ki, dava kazanılmış ve ihale iptal edilmiştir. Üyelerimizin moralinin en üst seviyede olduğu, kamuoyunun konuya desteğini artırdığı, sermayenin kendi iç çelişkilerinin de etkisiyle medya patronlarının, lehimize açıklamalarda bulunmaya başladığı aşamada ikinci ihale süreci başlamıştır. Sendikamız bu süreçte, birinci ihale sürecinde oluşturduğu kamuoyu desteğini kitlesel harekete dönüştürerek canlı tutmak hatta arttırmak yerine, sadece radyo spotları, afişlemeler ve imza kampanyaları ile yetinmiş, dolayısıyla arkasına aldığı kamuoyu desteğini layıkıyla kullanamamıştır. İhaleyi kazanan sermaye grubunun "yerli" bir şirket olduğu öne çıkarılmış, kapitalizmin geldiği bu aşamada sermayenin vatansızlaştığı da, KOÇ Grubunun yanı başındaki "küçük" hisseye sahip olan Shell gibi bir şirketin ortaklık içindeki asıl rolü ve konumu da kamuoyundan gizlenmeye çalışılmış, ummadığımız bazı çevrelerin de desteğiyle bunda başarılı olunmuştur. Her şeye rağmen, yargı geç de olsa yürütmeyi durdurma kararı vermiş, sendikamızın eli son derece güçlenmiştir. Ancak, inanç ve kararlılığımızın örgüt genelinde eşit seviyede olmaması, şubeler arası eşgüdümün yetersizliği gibi nedenlerle eylem birliğinin bir türlü sağlanamaması, haklılığımızı belgeleyen yargı kararını uygulatamadık. Örgütümüzün ortak tavrı ve söylemi "Yargı kararının mutlaka uygulanması, bunu uygulamayanlar kadar, bu karara uymayanlar da suçludur" şeklinde olduğu halde, örgütümüzün bu konuda bütünlük içinde davranamadığı, hatta bazı yöneticilerimizin kamuoyu önünde buna aykırı tavır ve söylemlerde bulunduğu gözlenmiş, bu tutum kendi içimizde bizi güçsüzleştirmiş, daha önce açıkladığımız iddialı tavrımızdan çokça geriye düşürerek yargı kararının uygulatılamayacağı fikrinin örgüte hakim olmasına yol açmıştır. Sonuç olarak bu ülke için birçok anlamda dönüm noktası olan Tüpraş özelleştirmesinde tarihi bir fırsat kaçırılmıştır. Türkiye'nin sanayi devi Tüpraş, kamu malı olmaktan çıkmış, bir sermaye gurubunun malı haline gelmiştir.
Bu mücadelede, başta Sn Ayfer Eğilmez ve Sn Gökhan Candoğan olmak üzere, mücadelemizi şekillendirmiş ve sadece bilgi birikimleriyle değil, yürekleriyle bu süreci yürütmüş olan tüm araştırmacı, eğitmen ve avukatlarımıza saygılarımızı sunuyoruz.
Bu yenilgi onların değil, bizim yenilgimizdir. Ne var ki, bu yenilgi hiç sorgulanmamış ve Tüpraş'ta yeni bir sendikacılık dönemi sessiz sedasız başlamıştır. Sendikamızın bu mücadele süreci boyunca kamuoyuna yaptığı açıklamalarda iddia ettiği birçok şey gerçekleştirilememiş, bunlardan birisi olan ve her fırsatta dile getirilen "B planı" henüz üyeye açıklanmamıştır.
Bugün Tüpraş işçisi ateşin düştüğü yerdedir. Devir işleminin gerçekleştiği gün yeni patronuyla ve yeni hayatıyla karşılaşmış, yaralanmış, profesyonelce korkutulmuştur. Yenilgisi her fırsatta yüzüne vurularak ve türlü baskılarla örgütsüzleştirilmeye çalışılmaktadır. Devirden önce yapılan açıklamalarda, birimizin bile burnu kanarsa neler yapabileceğimiz konusunda tehditkar ve yerinde açıklamalar yapılmışken, devir sonrasında 828 arkadaşımızın iş akdinin feshedilmiş olmasına karşın, bırakın bir şey yapmayı, sendikamızın internet sitesinde dahi, bu arkadaşlarımızdan söz edilmemiştir.
Şimdi sendikamız gerçek sınavındadır. Örgütümüzün üst düzey yöneticileri, son derece profesyonel hareket eden yeni patron karşısında ayakta durabilmemiz için, acilen karşı stratejiler geliştirmeli, üyelerimiz zaman kaybedilmeden yeniden örgütlenmelidir. Örgütlü olmaya eskisinden de çok ihtiyacımız olduğu halde, sendikamız Tüpraş tabanındaki örgütlülük ve sendikal güven süratle ivme kaybetmektedir. Yapılması gereken sendikal disiplini sağlamak, üyemize ivedilikle yeniden "sendikal güven" vermektir. Tüpraş'ın yeni yönetimi karşısında tek yumruk olmak ve aynı noktaya vurmak amacıyla, tüm şubeler genel merkez kararlarını harfiyen uygulamalı, genel merkezin bilgisi ve izni olmaksızın bireysel hareket edilmemelidir.
Son 25 yılda özelleştirilen her fabrikayı, her işletmeyi kendi fabrikamız gibi düşünmeyip, eylemlerimizi birleştirmeyip, yalnızca sıkıntıdaki fabrikaları ziyaretler veya basın açıklamasıyla sınırlı sendikacılığın faturasını ödüyoruz. Oysa ki, bu saldırıların tek merkezden yönetildiğini biliyorduk, ama birleşik mücadeleyi hayata geçiremedik. Bunu için sisteme çanak tutan sendikal anlayışın hızla terk edilerek, mücadeleyi esas alan sınıf sendikacılığı anlayışı ile yeniden örgütlenmeliyiz.
“Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!”
Petrol-İş Aliağa Şubesi