Kristal-İş Sendikası Eğitim Uzmanı Zafer Aydın, örgütlenme konusundaki sorularımızı yanıtladı. Aydın, sendikaların ilk ortaya çıktığı üretim koşulları ile bugünkü koşullar arasındaki farklılıkların örgütlenmeye etkilerinin önemini vurguladı.
Ülkemizde sendikaların ve genel olarak örgütlü oluşumların durumu ortada, son yıllardaki artan örgütsüzleştirme eğilimi ile birlikte düşünülürse bu konuyu nasıl değerlendirmek gerekir?
Sendikalar, fordist üretim tekniklerinin hâkim olduğu, istihdamın ağırlığının sanayide yer aldığı, üretimin ve iktisadi ilişkilerin ulusal sınırlar içinde sürdüğü dönemde doğdu, bu koşullar altında biçimlendi. Sosyal ve sendikal süreçler bu biçimlendirmenin zemininde hukuki kimlik kazandı. Sendikalar uzun yıllardır faaliyetlerini bu biçimlendirmenin ürünü sektör, işkolu gibi hukuksal ve ekonomik kategorilere bağlı kalarak sürdürdü. İşyerini temel alan bir örgütlenme modelini bu biçimlendirmenin özgül şartları altında oluşturdular. Kabul etmek gerekir ki bu model, sendikal örgütlenme açısından uzun yıllar oldukça fonksiyonel oldu. Fordist dönemin işyerleri yerini tedarikçiler eliyle üretimi sürdüren hukuksal ve mekânsal olarak parçalanmış, esnek firmalara bırakmaya başladığı, istihdamın ağırlığının hizmetler sektörüne doğru kaydığı, üretimin uluslararası bir nitelik kazandığı ortamda geleneksel örgütlenme modeli ve yöntemleri işlevsiz hale geliyor. Bu duruma anti sendikal stratejiler ve örgütlenmeyi zorlaştıran fiili/yasal uygulamalar da ilave edilince sendikal örgütlenmenin işlevi zayıflıyor. Yeni işyerlerinde örgütlenme olanaksızlaştığı gibi sendikalaşmanın olduğu işyerlerinde mevcudu korumak da zorlaşıyor.
Mevcut örgütlenme engelini aşma yönünde sendika ve diğer örgütlü yapıların attığı kayda değer adımlar veya örnek olarak gösterilebilecek çıkışlar var mı sizce? (Petrol-İş sendikasının “Sendikalı Ol” kampanyası gibi...)
Aslında tek tek işyerlerinde, cesaret, özveri ve sabır sözcükleriyle bezeli örgütlenme öykülerinin her biri özgül birer örnek. Büyük zorluklar altında sürdürülen bu örgütlenme çabalarının hakkını teslim etmek gerek. Ancak, bu mücadelelerin büyük bir kısmı her zaman başarı ile sonuçlanamıyor. Çünkü bu mücadeleyi işçilerin aleyhine etkileyen pek çok faktör söz konusu. Dolayısıyla daha bütünsel bir perspektifle atılacak adımlara, yapılacak işlere ihtiyaç var. “Sendikalı Ol” kampanyası bütünsel bir örgütlenme perspektifi ile atılmış bir adım özelliği taşıyor. Bu ve benzeri kampanyalar sendikal örgütlenme pratiğini geliştirecek, takviye edecek önemli bir araç. Petrol-İş'in tek başına geliştirdiği bir etkinlik olmasına rağmen Mustafa Öztaşkın'ın da belirttiği gibi bu kampanyadan pek çok sendikanın yararlandığı sonuçlar ortaya çıkmış. Sendikalara düşen bu kampanyayı birlikte yürütmek ve sistematik bir örgütlenme faaliyetinin parçası haline getirmek olmalı. Öte yandan bu kampanyanın sendikaların prestij kaybı yaşadığı, imajının zedelendiği bir ortamda, sendikaların kendini anlatma, meşruiyet sağlama, toplumla bağ kurma, bir tür güven tazeleme gibi bir işlevi olduğunu da unutmamak gerek.
Sendikalar neden örgütlenemiyor ya da örgütlenmiyor?
Niyeti isteği olan bunun için çaba harcayan sendikaların yani örgütlenmek istediği halde örgütlenememesinin nedeni belli: Gerçek bir iş güvencesinin olmaması, taşeron ve esneklik uygulamaları, sendikal örgütlenmenin önünde duran yasal mevzuatlar vb. Yani dış etmenler sendikaların örgütlenme işini zorlaştırıyor. Ancak buna rağmen örgütlenme yapmak için uğraşan, deyim yerindeyse havlu atmamış sendikalar var. Yine de bu çabaların bir hedef çerçevesinde, plana, programa bağlı, sistematik faaliyetler olduğunu söyleyemeyiz. Bir tür “çağrı üzerine örgütlenme” dediğimiz, işyerlerinden gelen talepler etrafında gündeme gelen örgütlenme faaliyetleri bunlar.
Bütünsel bir örgütlenme perspektifine dayanmadığı için ciddi zaaflar taşıyor. Öte yandan “Neden örgütlenmiyor?” sorusunun sorulmasını hak eden, pratikleriyle bu soruyu akıllara getiren sendikalar da var.
Sendikacılık, düşünme, tutum alma eyleme geçme gibi ögelere yaslanan fikirle beslenen bir uğraş. Bilgi ve fikir olmadan sendikacılık yapılamaz. Ne yazık ki uzunca bir süredir sendikaların fikirle, fikri beslenme kanallarıyla bağı koptu. Fikirsiz yapılan sendikacılık da sendikacılık olmaktan çıktı.
Sendika işlevinden uzaklaştığı bir ortamda doğal olarak sendikal örgütlenme de bir faaliyet alanı olmaktan çıkmakta. Bu durum aynı zamanda bir seçimdir. Yani sendikayı sendikal fonksiyonlarından arındırarak, bir tür işletmelerdeki idari işler müdürlerinin fonksiyonlarını yüklenmesini tercih edenler ve buna rıza gösterenlerin örgütlenme için uğraşmayacağı çok açık.
Örgütlenmeye dönük olarak yaratılan ideolojik/kültürel engeller nasıl aşılabilir?
Örgütlenme fikri adalet, dayanışma, eşitlik, özgürlük gibi kavramlara birlikte anlam kazanıyor. Bu kavramlara dayalı toplumsal projenin zaafa uğramasıyla birlikte ortaya çıkan iklimde bu kavramlar unutuldu. Bu kavramlardan uzaklaşıldıkça örgütlenme fikrinden de uzaklaşıldı. Şimdi bu kavramlara yeniden itibar kazandırmak gerekiyor. Mesela örgüt/örgütlenme gibi bazı kavramları yeniden sendikal dünyanın kavramları haline getirmek lazım. Sendikal dünyada örgüt ya da teşkilat kavramı kullanılırken bir süredir bu kavramlar yerine “kurum” gibi devlet ya da şirket literatüründe yer alan bir kavram kullanılmaya başlandı.
Örgütlenmeye dönük, ideolojik ve kültürel engellerin aşılması için dilden, tutum ve davranışlara kadar birbiriyle kesişen, birbirini tamamlayan pek çok adım atmak gerek, ama öncelikli olarak “kurum” sözcüğünün yerine yeniden örgüt demekle işe başlanmalı. Bu, meselenin örgütün içine bakan yanı.
Dışına bakan yanında ise örgütlenme/dayanışma gibi eylemleri “kötü” diye lanse eden, bunun çeşitli araçlarla sorgusuz sualsiz kabul edilmesini sağlayan egemen ideolojiye karşı köklü bir mücadele olmalı. Bu mücadele söz kurmaktan çok yaşamın içinde örnekler yaratmak ve bu örneklerin propagandasını yapmak biçiminde olmalı.
Sendikalar söz konusu olduğunda işyeri ya da bölgesel ölçekli örgütlenmeler arasında bir tercih yapılmalı mıdır, hangisi tercih edilmeli, neden?
İşyerini esas alan, tek tek işyerlerinde üye kazanma üzerine kurulu, işkolları ayrımına tabii geleneksel örgüt modeli ve örgütlenme stratejisi bugüne yanıt vermiyor. İşkolu, işyeri, sektör gibi sınıflandırmaları aşan, yaşam alanlarını da örgütlenme zemini olarak kullanan örgüt modeline ve örgütlenme stratejisine ihtiyaç var. Bu strateji var olanı güçlendiren aynı zamanda yeni üye kazanmayı hedefleyen bütünsel bir içerik taşımalı.
Binlerce işçinin çalıştığı organize sanayi bölgeleri, sanayi havzaları böylesine bir örgütlenme için olanak sunuyor. Bu havzalarda işyeri/işkolu, ana şirket/taşeron, büyük/küçük işyeri ayrımı yapmadan topyekûn bir örgütlenme gerçekleştirmek gerek. Sendikal örgütlenmenin olanaklarını tek tek işyerlerinde harcamak yerine merkezi bir örgütlenme planına bağlı olarak kafa, kasa ve kadrolarını bir araya getirerek belirlenmiş bölgelerde güç birliği oluşturmaları daha anlamlı olacaktır.
İşyeri-işkolu ayrımını aşan bir perspektif sadece bölgesel/topyekûn bir örgütlenme stratejisi için gerekli değil. Sanayide çalışanların önemli bir kısmı küçük ve coğrafi olarak dağılmış işyerlerinde çalışıyor. Keza özellikle tekstil sektöründe eve iş verme uygulamasının artması nedeniyle her mahalle, her ev bir işyerine, fabrikaya dönüşmüş durumda. Ayrıca hizmetler sektöründe sürdürülen pek çok iş için artık işyeri kavramından söz etmek zor. Bu işçileri yaşadıkları yerlerde örgütlemek daha kolay ve mümkündür. Yani yeni örgütlenme işyerlerinin yanı sıra yaşam alanlarını da esas alan bir örgütlenme olmalıdır. Dolayısıyla yaşam alanını baz alan bir örgütlenme, işyeri sınırlarının dışına çıkmak durumunda.
Bu yönelimin dolaysız uzantısı da emek örgütlerinin toplumsal örgüt kimliğini bir anlamda yeniden kazanmasıdır. Emek örgütleri sadece üyelerinin çıkarlarını savunan dar dava grubu olmaktan çıkmalı, işsizleri, hatta işçilerin eş ve çocuklarını da fahri üye yapmalıdır. Ayrıca sendikal örgütlenmeyi paralel yapılarla takviye etmek; dernek, vakıf, kooperatif, işçi evleri, eğitim birlikleri gibi yapılarla takviye ederek örgütü ve örgütlenmeyi güçlendirmek gerekmekte.
Yeni bir işçi kuşağı söz konusu ve bu kuşağın örgütlü kültüre mesafesi büyük. Yeni bir örgütlü kültür nasıl ortaya çıkar?
Genç işçi kuşağının örgütlenme fikrine mesafeli olması biraz onların içinde yetiştikleri koşulardan büyük ölçüde de sendikaların onları kapsama becerisi ve kapasitesine sahip olmamasından kaynaklanmakta. Sendikalar ak saçlıların örgütü olarak kaldığı sürece yeni işçi kuşağıyla arasındaki mesafeyi kapatması mümkün gözükmüyor.
Öncelikle sendikaların gençleşmesini düşünmek gerek. Bu örgütsel devamlılığın da, kuşaklar arasında güçlü bir köprü oluşturmanın da olmazsa olmazı. Sendikal faaliyetini ve araçlarını gençleri, onların ilgi alanlarını kapsayacak biçimde çeşitlendirmek, onların özgürlüklerini ve kendilerini geliştirecek örgütsel kanalları açık tutmak mevcut mesafenin kapanmasında etkili olabilir. Örgüt kültürü dediğimiz şey, karşılıklı iletişim ve birlikte davranma yeteneğini kazanmaktan başka bir şey değil. Kaygılardan arınmış, demokratik, eşit ilişkilerin merkezinde yer aldığı bir atmosferde değerleri, hukuku, geleneğiyle doğar ve gelişir.