Devlete ait varlıkların özel şahıs ve kurumlara satılarak devredilmesi demek olan özelleştirme kavramı ekonomi literatürüne 1970’lerde girmiştir. Daha kapsamlı bir tarifi şöyledir: “Kamuya ait şirketlerin sermayesinin en az % 51’inin yerli veya yabancı özel girişimcilere satılması.” Ayrıca, devlete ait kuruluşların özel girişimcilere kiralanması, işletme hakkının devredilmesi de özelleştirme konseptine dahildir.
Devlete ait varlıkların özel şahıs ve kurumlara satılarak devredilmesi demek olan özelleştirme kavramı ekonomi literatürüne 1970’lerde girmiştir. Daha kapsamlı bir tarifi şöyledir: “Kamuya ait şirketlerin sermayesinin en az % 51’inin yerli veya yabancı özel girişimcilere satılması.” Ayrıca, devlete ait kuruluşların özel girişimcilere kiralanması, işletme hakkının devredilmesi de özelleştirme konseptine dahildir.
Özelleştirmenin amaçları nedir? Aslında özelleştirmede en büyük hedef serbest piyasanın güçlendirilmesi, hisse senedi borsalarına derinlik kazandırılması ve piyasa ekonomisinin en vazgeçilmez öğesi sayılan girişimci sınıfının yaratılması veya güçlendirilmesidir. Ancak sorunun cevabını Türkiye gerçekleri açısından ararsak, özelleştirmeyle ilgili bu amaçlar ne yazık ki lüks haline gelmiştir.
Ülkemizin özelleştirme konusunda şu ana kadar gösterdiği yaklaşımın rasyonel bir yönünü bulmak çok zor. Bir kere, sürekli zarar eden veya ancak tekel pozisyonundayken kâr edebilen verimsiz şirketlerin faaliyetlerinin tatil edilmesi gerekir. Bu işletmeciliğin ve ekonominin temel kuralıdır. Üretim değer yaratmaktır; yarattığından fazla değer tüketen bir ekonomik birim toplumun tasarruflarını heba ediyor demektir.
Ülkemiz ekonomisinin en riskli özelliklerinden biri 1980’li yılların ortalarında başlayan ve son yıllarda gittikçe katlanılamaz hale gelen kronik bütçe açıklarıdır. Bu açıkların büyük ölçüde Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) zararlarından ileri geldiği herkesin malumudur. Bütçe açıklarını kapamak için yapılan aşırı borçlanma yüzünden, devlet her gün büyüyen işsizler ordusunu eritecek yatırımları yapamaz hale gelmiştir. Aşırı reel faizler yüzünden iç ve dış borçlanmayı kontrol etmek dahi artık başarı sayılmaktadır. Bugün Türkiye’de mali piyasalara devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) neredeyse tek başına hakimdir. Mali işlem deyimi de çoktandır DİBS alıp satmakla eşanlamlı hale geldi. Vergi gelirlerinin faize yetmediği kamu maliyesini kurtarmak için, (borç olmamak kaydıyla) vergi dışı gelir kaynaklarının gerekli olduğunu anlamak için daha ne olması gerekir acaba?
Diğer taraftan, yabancı sermayenin girişini hızlandırmak bakımından da özelleştirme en büyük silahtır. Ülkemize yüksek teknolojiyi çekmek ve küresel rekabette iddialı olabilmek için KİT’lerin bir bölümünün yabancılara satılması yararımızadır. Yabancı sermayeyi yıldırıp kovmak yerine, dikkat ve enerjimizi menfaat paylaşmasına yoğunlaştırmalıyız. Mesele, yabancı sermayedarın teknolojik yatırım yapmasını ve yatırımını kısa aralıklarla yenilemesini şart koşabiliriz. Diğer taraftan, yabancı sermayedarın istihdam azaltıcı tasarrufları en baştan sözleşme ile yasaklanabilir. Özetle, ülkemiz için ekonomik yararı en üst düzeye çıkaracak yabancı sermayenin özelleştirme yoluyla Türkiye’ye girmesini sağlamamız aklın gereğidir.
Türkiye’nin dünyanın büyük bölümüne tanıttığı özelleştirmeyi kendisinin bir türlü becerememesinin nedeni bu konuda kamuoyu oluşturan farklı kesimler arasında konsensüs olmamasıdır. Adalete hepimiz saygı duyarız. Ancak yargının özelleştirmeye soğuk baktığı bir gerçektir. Belki bunun nedeni yargı mensuplarına özelleştirmenin yararları tam olarak anlatılamamasıdır. Bürokrasinin de en başından beri olaya kuşkuyla yaklaştığı bellidir. Asıl muhalif grubu oluşturan sendikaların özelleştirme meselesine ne derecede ülkenin menfaatleri açısından baktığı çok kuşkuludur. Özelleştirmeye karşı olanların şunu bilmesi gerekir ki, KİT açıkları işsizler tarafından finanse edilmektedir.