Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yapısal sorunlar içinde boğuşan sendikal harekete yönelik güven giderek azalmaktadır ve bu durum emekçilerin örgütlü mücadeleyi yürütecek başka platform arayışlarına yöneltmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu
Marmara Ünv. İİBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü
Özellikle son 30 yılda dünyanın hemen tümünde uygulamaya başlayan neoliberal politikalarla emekçi kesimlerin 150 yıllık sınıf mücadeleleriyle elde etmiş olduğu haklar birer birer ortadan kaldırılmaktadır. Türkiye’de de 1980’li yıllarla başlayan neoliberal yeniden yapılanma süreci 2001 yılında “Güçlü Ekonomiye Geçiş” adı altında uygulamaya konulan ve AKP hükümetleri tarafından da benimsenen ekonomi politikalarıyla birlikte giderek hızlanmış, bu da çalışma standartları ve sosyal haklarda önemli aşınmalara neden olmuştur.
Kapitalizmin benimsemiş olduğu birikim rejimi doğrultusunda gerçekleşen neoliberal yeniden yapılanma sürecinde işçi sınıfının öz örgütlenmesi olan sendikalar emekçi kesimlerin haklarının korunmasını sağlayacak bir etki gösterememişlerdir. Uluslararası ve ulusal düzeyde sendikacılığın başarısızlığı olarak da kabul edebileceğimiz bu durum emekçi kesimler arasında sendikalara yönelik güven kaybına neden olmuş ve sendikaların köklü biçimde sorgulanmasına yol açmıştır. Dünyadaki gelişmelere ilaveten Türkiye’de 12 Eylül darbe düzeniyle birlikte sendikacılığı güçsüz ve güdümlü bir konuma getirmeyi amaçlayan ve 30 yıldır yürürlükte bulunan yasalarla Türkiye’de sendikal hareketin son derece ağır yapısal sorunlarla karşı karşıya kaldığı bir tablo ortaya çıkmıştır.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yapısal sorunlar içinde boğuşan sendikal harekete yönelik güven giderek azalmaktadır ve bu durum emekçilerin örgütlü mücadeleyi yürütecek başka platform arayışlarına yöneltmektedir. Sendikal hareketinin içinde bulunduğu tüm yapısal sorunları bir anda düzeltebilmek elbette mümkün değildir. Ancak sınıf mücadeleleri tarihinin işçi sınıfının üretim sürecinde (işyerinde) ve sendikal bir yapı içerisinde gerçekleşmesiyle başarıya ulaşabildiğini de unutmamak gerekir. Bu bağlamda sendikaları sınıf mücadelesinin dışında bırakmak yerine sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışı yeniden tesis edilmelidir.
Sendikal harekette gerçekleştirilecek köklü bir değişim için ilk önce işverene ve siyasi iktidara güdümlü hale gelmiş, bürokratik yapının hâkim olduğu mevcut sendikal yapılar tasfiye edilmelidir. Bu konuda en önemli ve öncelikli görev mevcut sendikalar içerisinde sınıf perspektifine sahip dinamik güçlere düşmektedir.
Türkiye’de neoliberal yeniden yapılanma sürecinin hız kazandığı 2001 yılı sonrasında 4857 sayılı İş Kanunu ve 5510 sayılı SSGSS’nin yasalaşma süreçleri; 2008 krizinde faturanın tamamen emekçilerin sırtına yüklenmesi ve TEKEL direnişinde sergilenen basiretsiz yaklaşımlar sorunların özellikle konfederasyonlar düzeyinde yoğunlaştığına işaret etmektedir.
Türk-İş, en büyük işçi konfederasyonu olma özelliğiyle birçok kurulda örgütlü-örgütsüz tüm emekçileri temsil etmektedir ve bu da Türkiye sendikal hareketi içinde Türk-İş’in durumunu çok daha önemli bir hale getirmektedir. Yasaların sağladığı merkeziyetçi yapı ve bu yapının sonucu olan sendikal demokrasideki zafiyetler Türk-İş içerisindeki sorunların çözümünü zorlaştırmaktadır. Bu zorlu koşullar içerisinde Türk-İş üyesi 10 sendikanın “demokratik, mücadeleci ve güçlü yeni bir sendikal hareket” çağrısıyla bir araya gelmesi önemli bir gelişmedir. Elbette bu 10 sendikadan Türkiye sendikal hareketinin tüm sorunlarını bir kalemde çözmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Ancak mevcut sendikal yapı içerisinden başlayan bu girişim, sendikal hareketin ihtiyacı olan değişim sürecinde önemli ve umut veren bir basamak olarak görülebilir.