Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin özelleştirme girişimlerine soldan getirilen eleştirilerde sık sık kavramsal bulanıklıklara rastlanıyor. Örneğin, birçok açıdan değerlendirmelerinin isabetli olduğunu düşündüğüm, özelleştirmeler ve kamu mülkiyeti üzerine geçenlerde yayınlanmış bir yazıda ".. verimlilikle kârlılık arasında doğrusal ilişki kurmak mümkün değildir" deniyor (Kamu Mülkiyetini Savunmak, Siyasi Gazete, Nisan 2005).
Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin özelleştirme girişimlerine soldan getirilen eleştirilerde sık sık kavramsal bulanıklıklara rastlanıyor. Örneğin, birçok açıdan değerlendirmelerinin isabetli olduğunu düşündüğüm, özelleştirmeler ve kamu mülkiyeti üzerine geçenlerde yayınlanmış bir yazıda ".. verimlilikle kârlılık arasında doğrusal ilişki kurmak mümkün değildir" deniyor (Kamu Mülkiyetini Savunmak, Siyasi Gazete, Nisan 2005). "Doğrusal" ile muhtemelen doğrudan denmek istenmiş olmalı; fakat, benim esas düzeltmek istediğim verimlilik ile karlılık arasında ilişki olmadığı görüşü.
Özelleştirme tartışmalarında, eleştirilerimizde verimlilik ve kârlılık sık sık kullanılan önemli kavramlar. Berraklık kazanmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
'Verimlilik arttığı halde reel ücretler artmıyor' lafını hatırlayalım. Yıllardır herkesin ağzında, biraz da mecburen, sakız oldu. Demek istenen ne? Verimlilik artışı ile yükselen katma değer'den işçilerin aldığı payın, yani ücret'lerin, artmadığı. Kimin payı artıyor öyleyse? Tabii ki, katma değerin diğer unsuru kar'a el koyan sermayedarların!
En genel düzeyde kârlılık iki faktör tarafından belirlenir: Kâr-ücret oranı (Marx'ın artık değer veya sömürü oranı dediği, bir tür sınışararası gelir dağılımı endeksi olarak kabul edebileceğimiz değişken), diğeri ise, sermayeücret oranı (Marx'ın sermayenin organik kompozisyonu dediği, bir tür teknoloji endeksi). Tüketim malları ve üretim araçları üreten sektörlerin verimlilikleri her iki oranın belirleyenleri olduğu gibi, bizatihi bu oranları n ait oldukları sektörlerin verimliliklerini de etkilerler.
Özelleştirme uygulamalarının birçoğunu, mesela Tüpraş'ın satışını yukarıdaki kavramlarla değerlendirecek olursak şu tablo ortaya çıkar. Tüpraş'ın Şziki mal varlığına bir değer biçilmiştir. Bu değer sermayedar açısından sabit sermaye yatırımıdır. Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın açıkladı: 1.6 milyar dolara satılmak istenen Tüpraş'ın değeri en azından 8.5 milyar dolar civarında.
Demek ki, sermaye-ücret oranının sabit sermaye kısmı 8.5 yerine 1.6 milyar dolar olarak özel sektöre takdim edilmektedir. Satış sonrası ve ertesi ücretleri aşağı yukarı sabit kabul edersek, sabit sermayenin bu denli ucuza satışı sermaye-ücret oranını ciddi miktarda düşürecektir. Kârlılık ile sermaye-ücret oranı arasındaki ilişki ters bir ilişki olduğundan, bu devlet eliyle sermaye-ücret oranını düşük tutma operasyonu, özel sektör için yüksek kârlılığın garantisi olacaktır. Bir başka deyişle, devlet kamu mülkiyetindeki sabit sermayeyi (Tüpraş'ı mesela) özel sektöre piyasa değerinin altında satarak karlılığın yükseltilmesini sağlamaktadır.
Gelelim kârlılığın diğer belirleyenine, yani kar-ücret oranına. Özelleştirmenin uygulamada ücretler üzerindeki etkisi çeşitli yollardan gerçekleşir. İşçilerin bir kısmının, bazen tamamının işlerinden olması, istihdam maliyetini azaltarak rekabet gücünü arttırmak adına emekçilerin hayat standardının düşürülmesi, v.b. Sendikaları etkisizleştirmek, sermayenin böylesi hedeşerinin kurumsal ifadesi olarak algılanmalıdır. Ücretlere ilişkin bu tür uygulamalar da kâr-ücret oranını yukarı çekecek ve dolayısıyla kârlılığı doğrudan yükseltecektir.
Özelleştirmeyi, "rant mekanizması," "kamu mallarının talanı," "vurgun" gibi siyasi dozu yüksek etiketlerle nitelendirirken yukarda açmaya çalıştığım türden kavramsal boyutları da eleştirilerimize katmakta yarar görüyorum.