TÜPRAŞ'ın kamunun elinde bulunan yüzde 51'lik hissesinin 12 Eylül günü yapılan ihale sonucunda 4.140 milyar dolara Koç Opet- Shell-Aygaz konsorsiyumuna satılması, çıkarları uluslararası sermaye ile bütünleşmekten yana olan çevrelerce ''Yaşasın piyasa'' çığlıkları ile karşılandı.
TÜPRAŞ'ın kamunun elinde bulunan yüzde 51'lik hissesinin 12 Eylül günü yapılan ihale sonucunda 4.140 milyar dolara Koç Opet- Shell-Aygaz konsorsiyumuna satılması, çıkarları uluslararası sermaye ile bütünleşmekten yana olan çevrelerce ''Yaşasın piyasa'' çığlıkları ile karşılandı. İhale sonrasında ''piyasanın TÜPRAŞ'a biçtiği fiyatın'' gene ''piyasa aktörlerinin beklentilerinden yüksek'' olması ve alıcının da ''yerli sermaye'' olması üzerine satış işlemi adeta kusursuz ve tartışılmaz hale getirildi. Oysa, gerek bu satırlarda, gerekse Cumhuriyet gazetesinin ekonomi sayfalarında defalarca vurgulandığı üzere TÜPRAŞ, ulusal ekonomide yaratılan katma değerin yüzde 3.5'ini tek başına karşılayarak stratejik bir öneme sahip ve petrol-kimya sektöründe de tekel konumunda bulunan bir teknoloji devidir. Bu tür bir konumdaki işletmede üretimde esas olan prensibin ''kısa dönemde tekelci kârlar yaratmak'' değil, kamusal fayda prensibinde üretim yapmak olduğu iktisat yazınının temel öğretileri arasındadır.
Kaldı ki, 4.1 milyar dolar olan ihale bedeli aslında TÜPRAŞ'ın konumu için yüksek bir rakam da değildir. Söz konusu rakam, TÜPRAŞ'ın 2004 yılı cirosunun ancak dörtte birine ulaşmaktadır. Nitekim, Petrol-İş Sendikası'nca açıklanan verilere göre TÜPRAŞ'ın yalnızca yeniden rafineri kurma bedeli 8 milyar doların üzerindedir. Bu ederin dışında limanları, sosyal tesisleri, ürün depoları, enerji ve güç tesisleri, boru hatları gibi malvarlıkları ve altyapı tesisleri ile TÜPRAŞ'ın ekonomi içindeki değeri, piyasa fiyatlarınca belirlenemeyecek boyuttadır.
Bunun da ötesinde, TÜPRAŞ sadece 2004 yılı içerisinde 800 milyar dolar nakit üretmiş durumdadır. Dolayısıyla şirketin yeni sahipleri söz konusu alış bedelini en fazla 4-5 sene içinde TÜPRAŞ'ın yine kendi kaynaklarıyla karşılayabilecektir. Yani, alıcılar kamuya net hiçbir yeni ödeme yapmadan TÜPRAŞ'a sahip olabilecek durumdadır. Son bir senedir Türkiye'nin paha biçilmeyecek değerdeki kamusal varlıklarının bu tür ''kendine özgü finansman'' biçimiyle özelleştiriliyor olması, yerli ve uluslararası sermaye çevrelerinin iştahını kabartmakta ve bu tür kuruluşları yok pahasına ele geçirmek için birbirleriyle kıyasıya yarış içine sokmaktadır.
Türkiye'nin son dönemde gerçekleştirdiği bu tür özelleştirmelerin, uluslararası sermaye derecelendirme kuruluşları ve IMF tarafından takdirle karşılanması boşuna değildir.
Türkiye'de özelleştirmelerin gerekli ve kaçınılmaz olduğunu savunan çevrelerin temel savlarından birisi ''doğrudan yabancı sermaye yatırımı'' beklentisidir. Bu çevrelere göre Türkiye'de yerli tasarruflar yetersizdir. Yabancı sermaye yatırımları, kıt olan yatırım fonlarını arttıracak ve aynı zamanda da yeni teknolojileri ulusal ekonomiye kazandıracaktır. Bu savı yakından irdelemek amacıyla Türkiye'de bugüne değin yabancı sermaye yatırım stokuna bakmak önem arz etmektedir. Bu amaçla, geçen haftaki yazımda da değinmiş olduğum Türkiye'nin uluslararası yatırım pozisyonu stok verilerinden seçilmiş kalemleri aşağıda özetlemekteyim.
Tablo'daki veriler Türkiye'deki doğrudan yabancı sermaye yatırım stokunun 2004 yılı itibarıyla 30 milyar dolar civarında olduğunu göstermektedir. Ancak bu rakamın yüzde 90'ından fazlasının kurulu şirket alımları ve kazançların yeniden değerlendirilmesi şeklinde olduğu görülmektedir. Yeni işletmeler açacak ve yeni iş sahası kuracak olan yatırım biçimi Türkiye'de henüz gerçekleşmemiş olan bir ''beklenti'' dir. Sadece 3 milyar dolarlık bir stok değeri taşıyan bu tür yatırımların, 51 milyar dolara ulaşan spekülatif portföy yatırımları ve 212 milyar doları aşan toplam uluslararası yükümlülüklerimiz yanında anılmayacak kadar küçük bir paya sahip olduğu görülmektedir.
Uluslararası sermaye, Türkiye'yi, yüksek reel faizler sunan spekülatif bir finansal pazar ve ileri teknolojiye sahip, kârlı kamu kuruluşlarını ucuza kapatacağı bir ucuz işgücü ve ithalat cenneti olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda, geçen haftalarda iktisat siyasası gündemimize giren ''TÜPRAŞ'ı biz mi, yoksa Koç mu daha iyi yönetir'' sorusunun cevabı aslında çoktan verilmiş durumdadır. Türkiye ekonomisinin yönetimi, özellikle 1980 sonrasında daha da hızlandırılarak uluslararası şirketlerin ve onların stratejik çıkarları doğrultusunda çalışan IMF ve Dünya Bankası'nın doğrudan denetimi altındadır.