6 Ağustos tarihinde Sendikamız Genel Merkez Konferans Salonu’nda yapılan İstanbul 2 Nolu Şubemizin Genel Kurulu’na katılan Genel Başkanımız Mustafa Öztaşkın, yaptığı konuşmada, dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlara ilişkin olarak açıklamalarda bulundu.
6 Ağustos tarihinde Sendikamız Genel Merkez Konferans Salonu’nda yapılan İstanbul 2 Nolu Şubemizin Genel Kurulu’na katılan Genel Başkanımız Mustafa Öztaşkın, yaptığı konuşmada, dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlara ilişkin olarak açıklamalarda bulundu. Çalışma yaşamındaki sorunlara da değinen Öztaşkın, Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin faturasının yine emekçilere yüklenmek istendiğini, sendikalar, konfederasyonlar ve emek örgütlerinin buna şiddetle karşı çıkarak, bu politikaları önlemeye yönelik strateji ve politikalar geliştirmeleri gerektiğini bildirdi. Öztaşkın’ın konuşması şöyle:
“Örgütümüze uzun yıllar emek vermiş, İstanbul 2 Nolu Şubemizin, eski adıyla İstanbul Anadolu Şubesi’nin kuruluşunda ve daha sonraki dönemlerinde büyük mücadeleler vermiş değerli başkan ve yönetici arkadaşlarım, siyasi partilerin değerli temsilcileri, örgütümüzün çeşitli şubelerinden kongremizi izlemek üzere buraya kadar gelen değerli başkanlarımız, yöneticilerimiz, temsilcilerimiz ve Genel Kurulumuzu oluşturan siz değerli delege arkadaşlarım, üye arkadaşlarım! Öncelikle hepinizi Merkez Yönetim Kurulu adına sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım! Genel Kurulumuza, İstanbul 2 Nolu Şubemizde önceki dönemlerde görev yapan yöneticilerimizin de katılmalarıyla duygusal bir tören yapıldı ve duygusal anlar yaşandı. Ben de bu şubemizin eski başkanlarının bazılarını ilk defa tanıma fırsatı buldum. Sendikacılık vefasız bir iştir. Seçimi kaybeden veya ayrılan çabuk unutulur ama biz Petrol-İş Sendikası’nda bu vefa duygusunu yaşatmak istiyoruz. Merkez yönetim kurulumuzun ve bir bütünsel olarak örgütümüzün, şubelerimizin izlediği temel politikaların başında bu vefa duygusunu yaşatmak vardır, vefalı davranmak vardır.
Hatırlarsınız, örgütümüzün 50’inci kuruluş yıldönümünde de tüm başkanlarımızı, merkez yönetimde görev yapanları çağırdık, onlara plaketlerini verdik. Şimdi de biz aslında sadece başkanlarımızı değil, bütün üyelerimizi yaşamları boyunca izleyecek, onlarla irtibatımızı devamlı sağlayacak bir sistemi kurmak istiyoruz.
Bildiğiniz gibi çağ iletişim çağı ve artık hepimizin evine bilgisayarlar giriyor. Biz bu iletişim çağında, elektronik ortamda bütün üyelerimizle bu ilişkiyi kurup, onların yaşamları boyunca sendikayla bir biçimde ilişkilerini sağlamayı hedefliyoruz. Çünkü değerli arkadaşlarım geçmişini bilmeyenler, geçmişine sahip çıkmayanlar geleceği de kuramazlar. Dolayısıyla Petrol-İş Sendikası geçmişine sahip çıkmaktadır. Geçmişinde yapılanların hepsi bizim için bir onurdur ve Petrol-İş Sendikasının geçmişi onurlu bir geçmiştir. Petrol-İş Sendikası aynı zamanda aydınlık bir geleceği kurmak için de bir mücadele veriyor. Dolayısıyla geçmişten geleceğe, böylesine bir bağ kurmak istiyoruz. Ve şu anda da bu duyguları yaşatan arkadaşlarımıza ayrıca teşekkür ediyorum.
İsrail insanlık suçu işliyor
Değerli arkadaşlarım! Yıllardır Ortadoğu’da kan ve gözyaşı eksik olmuyor. Irak’ın ABD tarafından işgali, Irak’taki çatışmalar sürerken İsrail, yıllardır yaptığını bir kez daha yaptı. Başta Birleşmiş Milletler ve Cenevre sözleşmeleri olmak üzere bütün uluslararası sözleşmeleri çiğneyerek Lübnan’a saldırdı. Suçlu, suçsuz, asker, sivil, çoluk çocuk, kadın erkek demeden herkesi öldürüyor, önüne çıkan her şeyi, binaları, eşyaları, ağaçları, tarım alanlarını yakıyor, yıkıyor ve insanları öldürüyor. Ve bütün bunlar dünyanın gözleri önünde yapılıyor. İsrail bütün dünyanın gözleri önünde insanlık suçu işlemeye devam ediyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki ne adına ve kim için yapılırsa yapılsın hiçbir gerekçe terörü meşru gösteremez. Dolayısıyla Ortadoğu’da Hamas’ın ve Hizbullah’ın yaptıkları terörse İsrail’in yaptığı da terördür. Hem de devlet terörüdür. Tabi ki İsrail’in saldırısı, terörle sınırlı görülemez. Olayı sadece iki askerin kaçırılmasına kadar da asla indirgeyemeyiz Eğer bugün sınırlarda yaşanan olaylar veya çeşitli sınır ihlalleri göz önünde bulundurulursa, sınırda yapılan ihlallerle ilgili olarak bütün dünyanın her yerinde savaşlar olması gerekirdi. Tabii ki İsrailli iki askerin kaçırılması işin bahanesidir. İsrail’in Lübnan’a saldırısı öz itibariyle Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye yönelik planın bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Hatırlarsınız, ABD Dışişleri Bakanı “Yeni Ortadoğu’nun zamanı geldi” açıklamasını yaptı. Hepiniz biliyorsunuz, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Ortadoğu yeniden şekillendiriliyor.
Kuzey Afrika’dan tutunuz, Ortadoğu’nun tamamı ve Kafkasya’ya, hatta Çin’e kadar uzanan coğrafyada yeniden yapılandırma planı uzun süreden beri yürürlüğe konuyor. Uzun zamandır Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi için izlenen politikada da Türkiye’ye yeni roller biçiliyor ve bugünkü siyasi iktidar bu rolünü oynamaya devam ediyor.
Aslında yapılan yeniden şekillendirme değil, Ortadoğu’nun kaynaklarına el koyabilmek için Ortadoğu ülkelerini ve Ortadoğu halklarını hizaya getirme politikasıdır. Onların amacı ne terörü önlemedir, ne de Ortadoğu’ya demokrasi getirmedir. Onlar çocukların, umutların ve insanların olmadığı, sadece petrolün olduğu bir Ortadoğu istiyorlar. Biz ise barışın, kardeşliğin, dostluğun hakim olduğu bir Ortadoğu istiyoruz. Yani savaş değil, barış istiyoruz değerli arkadaşlar. Yine son günlerde dillerden düşürülmeyen güvenlik sorunlarından bahsediliyor. Güvenlik sadece ama sadece barışla sağlanabilir. İnsanlar için en iyi güvenlik yolu barıştır. Güvenlik sadece barış içinde, birlikte yaşamaktan geçer.
Asıl hedef ülke Türkiye
Yeniden şekillendirilen Ortadoğu’da hiç kimse unutmasın ki asıl hedef ülke Türkiye’dir. Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ve önemi herkesçe çok iyi bilinmektedir. Yeniden şekillendirilen Ortadoğu’da, nasıl bir Ortadoğu olacak, nasıl bir Ortadoğu kurulacak, aslında bu da bellidir. Gerek ABD Dışişleri Bakanının konuşmalarında, gerekse basına sızdırılan çeşitli haritalarda yeni Ortadoğu’nun nasıl olacağı bellidir. Ortadoğu’da ülkeler parçalanacak, sınırlar değişecek, mezhep ve ırk temelinde yeni ve küçük devletler kurulacak, Ortadoğu’nun petrolü de ABD’nin güdümüne girecek. İşte Ortadoğu’da yapılmak istenen bu kadar açık ve nettir. Biz Ortadoğu’nun sınırlarının, Ortadoğu’daki devletlerin sınırlarının aynen korunmasını istiyoruz. Çünkü Ortadoğu’nun sınırlarını yeniden çizmeye kalkanlar Türkiye’nin de sınırlarını yeniden çizmeye kalkacaklardır. Türkiye’nin sınırlarını yeniden çizmeye kalkanlar ise tarihten ders almayanlardır. Ulusal kurtuluş savaşıyla bütün dünyaya tarih dersi veren bu toplum, gerekirse Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle emperyalizme karşı yeniden bir tarih dersi verecektir.
Ekonomik programın sonu geldi
Reçetesi IMF ve Dünya Bankası tarafından yazılan ve AKP iktidarı tarafından dört yıldan bu yana uygulanan ekonomik programın artık sonuna gelinmiştir. Ekonomideki bütün dengeler alt üst olmuştur ve son yaşanan krizle birlikte Türk Lirası yüzde 28 oranında değerlenmiştir. Yani Türkiye’de yüzde 28 oranında bir devalüasyon yaşanmıştır. Ve yine sadece bu kur yükselmesinin Türkiye Cumhuriyeti Hazinesine parasal yükü ise 6 milyar YTL civarındadır. Şimdi yeni oluşan bu yükler bizden karşılanmaya çalışılacaktır. Çok özet olarak söylemek gerekirse, emekçilere bu yüklerin getirilmesi, yeni vergiler, zamlar ve ücretlerin kısılması, işçilik maliyetlerinin düşürülmesi şeklinde olacaktır. Çünkü bu yeni ekonomik krizle birlikte Türkiye ekonomisi 3 dengeye oturmuştur. Bunlar yüksek enflasyon, faiz ve kur’dur. Önümüzdeki dönemde bunları sıkça duymaya devam edeceğiz. Enflasyonda, faizlerde ve yine döviz kurlarındaki yükseliş devam edecek. Bütün göstergeler bunun böyle olduğunu ve böyle olması gerektiğini bizlere açık bir şekilde göstermektedir.
Reel ücretler gerileyecek
Enflasyon artışı hızlanınca ne olacak? Enflasyon yükselince reel olarak ücretlerimiz gerileyecek. Dövizin değerlenmesiyle de üretimde tamamen ithal girdi kullanan sanayide maliyetler artacak ve bu maliyetler işçi ücretlerinden ve işçilik maliyetlerinden tasarrufla karşılanmaya çalışılacak. Faizlerin yükselmesiyle de yatırımlar yavaşlayacak, işyerleri kapanacak veya istihdam daralacak, işçi sayıları azalacak ve işten çıkarmalar olacak.
Çok açık bir şekilde bu göstergeler, faturanın yeniden bizlere ve halka kesileceğini göstermektedir. Dolayısıyla artık biz bu faturayı ödemek istemiyoruz. Bu krizin yükünü çalışanlar, emekçiler çekmemeli. Çiftçisiyle, esnafıyla Türkiye, Türk halkı çekmemeli. Bu krizin sorumluları vardır ve bu krizin faturası, yıllardır kârlarına kâr katanlardan kesilmelidir. Biz bu krizin faturasının yeniden bizlere kesilmesine şiddetle karşı olmalıyız. Sendikalar olarak ekonomideki bu temel öngörülerin bu şekilde olacağını düşünüyorsak, o zaman şimdiden tedbirlerimizi almalıyız. Hem yeni vergilere, yeni zamlara, hem de ücretlerimizin reel anlamda geriletilmesine, işçilik maliyetlerinin azaltılmasına ilişkin yeni politikalara şiddetle karşı çıkmamız gerekir.
İşgücü maliyetlerini düşürmek için önümüzdeki günlerde iki konu gündeme gelecek. Bunları zaten basından izliyorsunuz. Birincisi kıdem tazminatları, ikincisi bölgesel asgari ücret uygulaması. Kıdem tazminatı 1936 yılında çıkarılan 3008 Sayılı İş Kanunu ile çalışma yaşamımıza girmiştir ve bu Kanun 1975 yılına kadar sürekli olarak geliştirilmiştir. Kıdem tazminatı bugünkü seviyesine gelmiştir. Ama 12 Eylül’den sonra kıdem tazminatına maalesef sınırlandırmalar gelmiştir. Kıdem tazminatının kaldırılması, gün sayısının düşürülmesi veya fona aktarılması şeklindeki tartışmalar uzun yıllardır devam etmektedir.
Bizim çalışma yaşamımıza girdiği günden beri işverenler, kıdem tazminatının kaldırılması veya azaltılması yönünde bir politika izlemektedir. Ve maalesef yeni çıkan 4857 Sayılı İş Yasası’nın geçici 6’ıncı maddesinde de kıdem tazminatının bir fona dönüştürülmesi şeklinde Yasa’ya bir madde eklenmiştir. 1475 Sayılı Yasa’nın bütün maddeleri değiştirilmiştir. Sadece kıdem tazminatı korunmuştur. Kıdem tazminatı için de yasanın geçici 6. maddesine fon kurulacağına dair bir madde eklenmiştir. 4857 Sayılı Yasa’da kıdem tazminatının bir fona bağlanacağı açıkça hüküm altına alınmıştır.
Diğer taraftan ise Türkiye ekonomisinin reçetesini yazanlar, başta IMF olmak üzere, “Türkiye’de işçilik maliyetleri yüksektir. Bu maliyetler içerisinde de kıdem tazminatının payı büyüktür. Dolayısıyla kıdem tazminatının azaltılması gerekir” şeklinde uyarılarda bulunmaktadırlar. Hatta o kadar ileri gidilmektedir ki Türkiye’deki işsizliğin nedenlerinden biri olarak kıdem tazminatının yüksekliği gösterilmektedir. Yani kıdem tazminatı düşürülürse veya kaldırılırsa Türkiye’deki işsizlik sayısında önemli ölçüde azalma olacağı söyleniyor. Bütün bunların hiçbir gerçeklikle alakası yoktur. Kıdem tazminatımız bizim bir hakkımızdır. Dolayısıyla kıdem tazminatı hakkımızdan asla vazgeçemeyiz.
Ancak kıdem tazminatı hakkımızdan vazgeçemeyiz derken şunun da altını çizmek gerekir. Öncelikle burada işverenler şöyle bir politika izlemektedirler. 4857 Sayılı Yasa çıkarken, kıdem tazminatının fona bağlanmasına ve geçici 6. maddesine böyle bir hüküm konmasına işveren örgütleri o günlerde onay verdiler. Ama istedikleri düzenlemeleri yaptırdıktan sonra da Yeni Yasa’da, hemen fonun gerçekçi olmadığından bahsetmeye başladılar. Fonun finansmanının bu şekilde sağlanamaz gerekçesiyle hemen çeşitli önermeler sunmaya başladılar. Fon yerine, kıdem tazminatı gün sayısının 30 günden 15 güne indirilmesini ortaya attılar. Hatta bazı işveren örgütleri tamamen kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasına yönelik çeşitli söylemlerde de bulundular. İşverenler, eğer fon olursa da işsizlik sigortası fonu var şeklinde açıklamalar yapıyorlar. Son rakamlar bu fonun değerinin 25 milyar YTL civarında olduğunu gösteriyor. İşverenler, fonda biriken paranın, işsizlik sigortası fonunun bir kısmının kıdem tazminat fonuna aktarılması gerektiğini belirtiyorlar. Hazır bir kaynağın işverenlere verilmesiyle, fona geçilebileceği yönünde mesajlar veriliyor.
İşverenler tabii ki kıdem tazminatının kaldırılması veya gün sayısının azaltılması için mücadele verecekler. Önemli olan onların ne dediği değildir, önemli olan bizim ne düşündüğümüzdür ve nasıl bir tavır takındığımızdır. Eğer yeni çıkarılan 4857 sayılı İş Yasası’ndaki duruşumuzu burada da gösterirsek, yani cılız tepkilerle bu işin önüne geçmeye çalışırsak veyahut da sosyal güvenlik yasaları çıkarılırken gösteremediğimiz tepkileri burada da gösteremezsek, hiç unutmayın ki elimizden kıdem tazminatımızı da alırlar. Onun için aslolan bizim ne düşündüğümüzdür ve nasıl bir duruş sergilediğimizdir. Artık elimizde kala kala sadece kıdem tazminatı kaldı. Artık lütfen ayağa kalkalım. Bu ülkede işçiler olduğunu, sendikalar olduğunu herkese gösterelim. Kıdem tazminatından kesinlikle taviz vermeyelim.
Bölgesel asgari ücret
Bölgesel asgari ücret konusu da çalışanların önüne getirilmek isteniyor. Bu bir dönem Türkiye’de uygulanmış ve daha sonra kaldırılmıştır. Sonuçlarının doğru olmadığı bir sistemdir. Şimdi yeniden bölgesel asgari ücret tartışmalarını Türkiye’nin gündemine sokuyorlar. Türkiye’nin her tarafı bir bütündür.Türkiye bölgelere ayrılamaz. Ve asla da bölgesel asgari ücret kabul edilemez. Bölgesel asgari ücretin altında yatan mantık, asgari ücreti daha da aşağı çekebilmektedir, asgari ücreti artırmak değildir veya bölgesel, bölgelerarası eşitsizlikleri, dengesizlikleri dikkate alan bir düzenleme değildir. Asgari ücreti bugünkü seviyesinden yüzde 20-30’lar aşağısına çekebilmenin bir politikasıdır. Dolayısıyla bölgesel asgari ücretin sistemini de kabul etmemiz mümkün değildir.
Hükümet başarısız
Hükümetin izlediği politikalar açıktır ve hükümet gerek ekonomide, gerekse diğer sosyal politikalarda başarısızdır. Bunun altını çok kalın bir şekilde çizmek gerekir. Bize her ne kadar pembe tablolar çizilse de gerçeğin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Aldığımız ücretler ortadadır. Dolayısıyla bir ekonomide düzelme olduğunu söyleyebilmek için öncelikle kendi yaşamımızda bir düzelmenin gözle görülür bir şekilde olması gerekir. Oysa Türkiye’de şu anda bu mümkün değildir. Milyonlarca insan yoksulluk sınırının, açlık sınırının altında ücret almaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik göstergeleri iyi değildir. Türkiye borç batağı içindedir. Ve en önemli sanayi kuruluşları özelleştirilerek toplumsal hizmetten alı konulmaktadır. Hükümetin çalışanlara inat, özellikle sosyal güvenlikte yaptıkları ortadadır. Hükümet, sosyal politikalar konusunda tamamen IMF’nin, Dünya Bankası ve sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmektedir. İşte sosyal güvenlikte yaşananlar ortadadır. Kanunlar 1 Ocak 2007’de yürürlüğe girecek. Uygulamaları gördükten sonra bu yapılan düzenlemelerin bizden neler götürdüğünü esas o zaman göreceğiz. Çünkü Türk toplumunun tipik, karakteristik özelliklerinden bir tanesi görmeden kolay kolay inanmamasıdır. SSK hastanelerinin devrinde alkış tutanlar bugün, SSK hastaneleri neden devredildi diye sorguluyor. İşte şimdi de bu sosyal güvenlik yasalarına tepkisiz kalan toplum, 1 Ocak 2007’den sonra, gerçek anlamda uygulamaları gördükten sonra, genel sağlık sigortasını gördüğü zaman ve hastaneye gittiği zaman, sadece o paket içindeki hastalıkların karşılığı olan hizmeti aldığı zaman, bu sistemin neyi getirdiğini ve kendisinden neler götürdüğünü görecektir. Bu hükümet maalesef sosyal politikalar konusunda son derece başarısız bir hükümettir.
Toplumsal güç olabiliriz
Ama esas üzerinde düşünülmesi gereken konu, gerek ekonomik, gerekse sosyal politikalar konusunda bu kadar açık hatalar yapan bir siyasi iktidarı, aldığı kararlardan geri döndürecek veya genel olarak zorlayacak bir toplumsal gücün Türkiye’de bulunmamasıdır. Bunu da üzüntüyle söylemekte yarar var. İşte bu toplumsal güç biz olabiliriz. Toplumun en örgütlü, en dinamik gücü olan sendikalara ve işçi sınıfına büyük görevler düşmektedir. AKP’ye karşı toplumsal muhalefete sendikalar ve çalışanlar olarak önderlik edebiliriz. Türk toplumu bizden bunu beklemektedir. Çünkü siyasi mücadele, siyasi iktidarlara karşı mücadele örgütsüz bir şekilde yapılamaz. Tek tek ortaya konan tepkilerin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, örgütlü bir şekilde, belli bir hedefi gözeten, belli bir program dahilinde yapılan tepkilerdir.
Bugün Türkiye’ nin her yeri ayaktadır. Üreticiler perişandır. Sadece fındık üreticisi değil. Fındık üreticisi çok büyük bir eylem gerçekleştirdi. Öncelikle onları bu eylemlerinden dolayı kutluyoruz. Onlar hepimize, hatta bizlere, çalışanlara, sendikalara da örnek bir tavır ortaya koydular. Fındıkta siz dünyada en büyük üretici olacaksınız, dünya pazarını siz kontrol edeceksiniz ama buna rağmen fındığı maliyetinin altında pazarlayacaksınız. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir sistem yoktur. Ama sadece fındık üretici perişan değildir. Bugün Ege’deki pamuk üreticisi de perişandır. Çukurova’daki pamuk üreticisi de perişandır. Tütün üreticisi, üzüm üreticisi hepsi perişandır.
Muhalefet derli toplu değildir ve bu toplumsal muhalefet önderden yoksundur. İşte bu toplumsal muhalefete biz işçiler, çalışanlar, sendikalar olarak önderlik edebiliriz ve etmeliyiz. AKP iktidarının gitmesi için her türlü mücadeleyi ortaya koymalıyız. İşte seçimler yaklaşmaktadır. Türkiye iki kritik eşikten geçecek. Yazın rehaveti ve tarım ürünlerindeki yaz bereketinden dolayı ekonomide şimdi durağanlık var ama bütün uzmanlar ekonomide sonbaharda ve yılbaşına doğru yeni kırılma noktalarının olacağının altını çiziyorlar.
Yine Türkiye 2007 Mayıs’ında bir Cumhurbaşkanlığı seçimi yaşayacak. Dolayısıyla Türkiye büyük krizlere ve büyük olaylara gebe gözüküyor. Diğer bir taraftan seçimler yaklaşıyor ve sendikalar olarak önümüzdeki seçimlerde bizim nasıl bir tavır izleyeceğimizi de belirlemek durumundayız. Ya eskisi gibi seyretmeye devam edeceğiz İşi oluruna bırakacağız, partiler üstü diyeceğiz buna veyahut da müdahil olacağız. Doğrusu müdahil olmaktır, işçi sınıfının gücünü ve etkinliğini siyasette de hissetirmektir. Onun için başta konfederasyonumuz Türk-İş olmak üzere bütün emek örgütleri önümüzdeki seçimlerde ortak bir strateji izlemek için şimdiden biraraya gelmeli ve bunun altyapısını oluşturmaya yönelik kararlar alıp bir mücadeleye girişmelidir. Aksi halde önümüzdeki dönem yapılacak seçimden sonra yine aynı manzarayla karşılaşacağız. Ahmet gidecek Mehmet gelecek, değişen hiçbirşey olmayacak. Emek yanlısı veya toplumdan yana politikalar yine izlenmeyecek. Yine sermayenin çıkarları doğrultusunda ve uluslararası finans kuruluşlarının talimatlarıyla Türkiye politikalar izlemeye devam edecek. Borç yine artmaya devam edecek, yoksulluk artmaya devam edecek, gelir dağılımı dengesizliği artmaya devam edecek ve bu ülkenin en önemli kuruluşları haraç mezat satılmaya devam edecek.
ABD’ye, AB’ye kafa tutan bir iktidara ihtiyaç var
Bu ekonomik tablonun dışında işin bir de siyasi, uluslararası ilişkiler boyutu var. Dolayısıyla güçlü, iradeli, ülkesini seven, milletini seven, ulusal çıkarlarını, milli, manevi çıkarlarını savunan bir iktidara, adam gibi dik duran, gerekirse Amerika’ya kafa tutan, gerekirse AB’ye kafa tutan bir iktidara ihtiyaç var. Amerika’nın dümen suyunda giderek Türkiye bir yere varamaz.Amerika’nın dümen suyunda gitmenin sonu Türkiye’nin de bir biçimde, ama silahlı, ama ekonomik, ama iktisadi anlamda işgalidir. Onun için Türkiye olarak, bölgemizdeki önemimizi bilen bir ülke olarak, Ortadoğu’daki ve dünya üzerindeki konumumuzu bilen bir ülke olarak üzerimize düşen sorumlulukları yapmak durumundayız. Türkiye’nin güçlü iktidarlara, ülkesini seven, ulusal çıkarlarını savunan iktidarlara ihtiyacı vardır. Olayları başka yönlere saptırarak, Türkiye’nin gündemini başka yönlere saptırarak Türkiye’yi bir yere taşıyamazsınız. Bugün Türkiye’nin gerçek sorunu, ne tek başına laiklik-anti laiklik sorunudur, ne türban sorunudur. Türkiye’nin gerçek sorunu işsizliktir, yoksulluktur, gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Bunun dışındakilerin hepsi gündemi saptırmadır ve siyaset yapmada bunlar bir araç olarak kullanılmaktadır. Onun için hem iktidar, hem de muhalefet partileri Türkiye’nin gerçek gündemine dönmelidir. İşsizliği ortadan kaldıracak planlar, programlar, projeler geliştirilmelidir. Yoksulluğu azaltacak, gelir dağılımı dengesizliğini düzeltecek yani politikalar, yeni programlar geliştirilmelidir ve toplumun önüne artık bu şekilde çıkılmalıdır. Bunu yapamadığımız takdirde, önümüzdeki günler bugünkünden daha da iyi olmayacaktır.
Toplumun tüm sorunlarıyla ilgileniyoruz
Biz Petrol-İş Sendikası olarak sadece üyelerimizin ekonomik ve sosyal çıkarlarının geliştirilmesini değil, toplumumuzun bütün sorunlarıyla elimizden geldiğince ilgilenmeye çalışıyoruz. Bu anlamdaki verdiğimiz mücadeleleri sizler çok iyi biliyorsunuz. Bütün Türkiye toplumu tarafından takdire şayan bir mücadele veriyoruz. Bununla birlikte örgüt olarak örgütlenme için de büyük bir mücadele veriyoruz. Çünkü her geçen gün üye sayımız azalıyor. Biz de buna karşılık yeni işyerlerinde örgütlenme mücadelemizi inatla ve ısrarla sürdürüyoruz. Örgütümüzün bütün şubelerinde örgütlenme çalışmaları yoğun bir şekilde sürmektedir. Ama İstanbul 2 Nolu Şubemizde çok ciddi örgütlenme çalışmaları vardır. Ve geçen genel kuruldan bu genel kurula baktığımız zaman, bir takım işyerlerini kaybetmemize rağmen, bu şubemizin üye sayısında ciddi bir artış olduğunu görüyoruz. Ve şu anda da bu salonda yeni örgütlenip, ilk defa Petrol-İş Sendikasının kongresine katılan delege arkadaşlarımız var. Öncelikle onları, Petrol-İş ailesine katıldıkları için, böylesine onurlu bir ailenin fertleri oldukları için yürekten kutluyorum. Ve bu örgütlenmeleri gerçekleştiren tabi ki başta şube başkanımız olmak üzere şube yöneticilerimize de teşekkür ediyorum.
Örgütlenme heyecanını sürdürelim
Bu heyecanın, bu örgütlenme arzusunun devam etmesini, genel kuruldan sonra da devam etmesini diliyorum. Bu bölgede büyük bir örgütlenme potansiyeli var. İstanbul’un Anadolu yakasında, Gebze’de büyük bir örgütlenme potansiyelimiz var. Bu bölgede Gebze Şubemiz de, İstanbul 1 Nolu Şubemiz de örgütlenme çalışmalarını sürdürüyorlar. İstanbul 1 Nolu Şubemiz Kadıoğlu Kozmetik’de örgütlenme yaptı ve oradaki arkadaşlarımızın bir kısmı kapının önüne kondu. Gebze’de, sendikamızda örgütlendikleri için Öncü Plastik’teki işçi arkadaşlarımızın bir kısmı da kapının önüne kondu. Örgütlenme işi zor bir iş. Örgütlendiğimiz beş işyerinden ancak birinde yetki alabiliyoruz. Bütün bu zorluklara rağmen Petrol-İş Sendikası inatla ve ısrarla örgütlenmeye devam edecek. Örgütlenmeden vazgeçmemiz mümkün değildir. Bu örgütü büyüteceğiz, bu örgütü daha güçlü, daha etkili bir örgüt konumuna getireceğiz. 25 binlerle anılan bir örgüt değil, 30 bin, 40 bin, 50 bin, 100 binlerle anılan bir örgüt olma yolunda ilerlemeye devam edeceğiz. Örgütlenmeye katkı koyan bütün şube başkanlarımıza, şube yöneticilerine ve siz değerli temsilcilerimize, delegelerimize bir kez daha teşekkür ediyorum. İstanbul 2 Nolu Şubemizin 16’ıncı Genel Kurulunun, başta siz çalışanlarımıza, örgütümüze ve Türkiye işçi sınıfına hayırlı olması dileğiyle, kongremize başarılar diliyor, Merkez Yönetim Kurulu adına hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.”