• industriAll global
  • industriAll europe
  • Retun See
  • Petrol-İş Kadın Dergisi
Belgesel: Petrol-İş Tarihi

25.Dönem 9. Olağan Başkanlar Kurulu açış konuşması

Başkanlar Kurulumuzun değerli üyeleri, Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunları giderek ağırlaşmakta, toplumsal gerginlik sürekli tırmanmaktadır. Toplum, demokrasi ve barış eksenli sorun çözme yeteneğini giderekten kaybetmekte, hoşgörü ve sağduyu yerine; çatışma ve şiddet kültürü topluma egemen olmaktadır.
17.10.2006

Başkanlar Kurulumuzun Değerli Üyeleri, Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunları giderek ağırlaşmakta, toplumsal gerginlik sürekli tırmanmaktadır. Toplum, demokrasi ve barış eksenli sorun çözme yeteneğini giderekten kaybetmekte, hoşgörü ve sağduyu yerine; çatışma ve şiddet kültürü topluma egemen olmaktadır. Siyaset; toplumun en temel sorunları olan işsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliğini giderecek politikalar üretmek yerine, çeşitli ayrışımlar ve şovenizm üzerine şekillenmektedir.

Bunların dışında bir türlü önlenemeyen terör ve 2007’de yapılacak seçimler ile dış siyasetteki gelişmeler de toplumsal gerginliği arttırmakta, insanlar arasındaki ayrışımı körüklemektedir. Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin ne kadar hassas bir dönemden geçtiğini ve her an çok büyük toplumsal olaylarla karşılaşabileceğini göstermekte, Türkiye’nin giderek daha demokratik bir ülke haline gelmesini engellemekte, insan hak ve özgürlüklerinin kullanımını zorlaştırmaktadır.

Gerginlikten, çatışmadan, şiddetten ve demokrasi dışı uygulamalardan hiç bir karı olmayan tam aksine, böylesi durumlarda en büyük zararı gören işçi sınıfı ve emeği ile geçinen diğer toplumsal katmanlardır. Sendikalar olarak ülkemizin geçmekte olduğu bu hassas dönemde, insan hak ve özgürlüklerini gözeten demokrasi ve barış eksenli politikaları ısrarla savunmalıyız.

Değerli Arkadaşlar, Son örneğini özel temsilcilerin atanmasında gördüğümüz gibi Türkiye, kendi sorunlarının çözümünü ABD’ye havale etmektedir. Yıllarca üzerinde tartıştığımız şiddetin, çatışmaların, toplumsal gerginliklerin ve terörün nedeni olarak gördüğümüz sorunlarımızı ABD’nin ve diğer dış güçlerin insiyatifi ile çözmeye kalkmak, bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde meydana gelen her sorun bizim kendi sorunumuzdur ve bu sorunları kendi iç dinamiklerimizle ve toplumsal uzlaşıyla çözmek temel politikamız olmalı, yeni bir sürece girdiğimiz bu dönemde önümüze çıkan fırsatları iyi değerlendirerek, toplumsal birlikteliğimizden taviz vermeden Türkiye’de barışın, demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin gelişimine katkı koymalıyız.

Değerli Arkadaşlar, Az önce de ifade ettiğim gibi, dış siyasetteki gelişmelerde Türkiye’deki gerginlik ortamını tırmandırmaktadır. Bunun son örneği ermeni soykırımı meselesidir ve soykırım olmamıştır diyenlerin İsviçre’den sonra Fransa’da da cezalandırılması ve bazı Avrupa ülkelerinde Türk vatandaşlarının siyasi haklarının kullanımının engellenmesidir. Düşünce ve ifade özgürlüğü ile hiç bağdaşmayan bu uygulamalar ile Türkiye ve Türk toplumuna karşı takınılan tavırlar Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün yerleşmesinin önünde ciddi engeller oluşturmaktadır. Hele hele bu tür uygulamaların demokrasinin ve medeniyetin beşiği olarak görülen ülkelerce yapılması kolay anlaşılır bir durum değildir. Fransa’nın bu tutumuna, kıssasa kıssas mantığıyla başkasının yaptığı yanlışı yaparak cevap vermek yerine,. Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırarak Fransa ve Fransa gibi düşünen ülkelere iyi bir cevap verebiliriz.

90 yıl önce savaş koşullarında yaşanmış olayların ne olduğunu araştırmak ise tarihçilerin, uzmanların ve bilim insanlarının görevidir. İki ülkenin ve bu konuda bilgi ve belgenin olduğu başka ülkelerin arşivleri tarihçilerin araştırmasına açıldığında, elbette gerçekler ortaya çıkacak ve bu konu da “olmuştur veya olmamıştır” gibi iddia da bulunanlar, kendi tarihsel gerçekleriyle yüzleşecekler ve bu konular bir daha açılmamak üzere kapanacaktır. Ortadoğu’daki gelişmeler son derece kaygı vericidir. Ve Ortadoğu’daki yaşanan gelişmeler dünya barışını tehdit etmektedir. Bunun en önemli göstergesi ise, bir taraftan Irak’ın işgalinin devam etmesi, diğer taraftan İsrail’in Lübnan’a saldırması ve Suriye ile İran’ın sürekli tehdit altında olmalı, Türkiye komşularıyla karşılıklı işbirliğini esas alan barışçı ve bağımsız bir dış politika izleyerek Ortadoğu’da barışın ve istikrarın sağlanmasına katkı koyabilecekken, ABD’nin dümen suyunda yürüyen politikaları tercih etmekte, savaş ve çatışma ortamına sürüklenmektedir.

İzlenen bu politikalar sonucunda toplumun büyük bölümünün karşı olmasına rağmen, Lübnan’a asker göndermeyi içeren tezkere 5 Eylül’de TBMM’de kabul edildi ve bu tezkere doğrultusunda, Türk askeri Lübnan’da görev yapmaya başladı. Böylece Türkiye Lübnan’a asker göndermekle, bundan sonra Ortadoğu’da şiddet ve çatışma ortamının içinde yer alabileceği gibi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne de açık destek verdiğini göstermiş oldu. Oysa, sadece Ortadoğu’yu değil, Kuzey Afrika’dan Hindistan’a ve Orta Asya’ya kadar çok geniş bir coğrafyayı içine alan ve tamamen ABD’nin emperyalist çıkarlarına hizmet eden bu projenin; Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin çıkarlarına olmadığı herkesçe bilinmektedir. Hatta, yeniden şekillendirilmeye çalışılan Ortadoğu’da hedef ülkelerden birinin de, Türkiye olduğu da bir gerçektir. Değerli Arkadaşlar, Türkiye’deki ekonomik göstergelerle, sosyal göstergeler arasında ters orantılı bir ilişki söz konusudur. Türkiye ekonomisi 2006’nın ikinci üç ayında % 7.5 oranında büyümüştür. Ekonomideki büyümeye karşın, işsizlik ve yoksulluk artmakta, gelir dağılımı adaletsizliği ise devam etmektedir.

Bu durum ekonominin sağlıklı bir denge içinde büyümediğini ve kriz biriktirdiğini de göstermektedir. Bu gelişmeler, Türkiye’de uygulanan IMF reçeteli ekonomik programın yanlışlığını açıkça ortaya koymaktadır. Artık işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliği, iç ve dış borç artışı ile cari açıktan başka bir şey getirmeyen IMF politikaları acilen terk edilmeli , hem ekonomik hem de sosyal açıdan kalkınmayı hedefleyen yeni bir ekonomik program uygulamaya konulmalıdır. Geçtiğimiz Başkanlar Kurulumuzda; dövizdeki dalgalanmayla Türkiye ekonomisinin yeni dengelere oturmakta olduğunu ve dalgalanmadan dolayı oluşan ek maliyetin yeni zamlar ve yeni vergilerle karşılanacağını ifade etmiştik. Ve krizin faturasının bir kez daha halka kesilmemesi çağrısında bulunmuştuk. 4 aylık gelişmeler ne yazık ki, öngörülerimizi doğruladı, zamlar peş peşe geldi ve neredeyse teneffüs ettiğimiz havadan bile vergi almayı hedefleyen yeni Vergi Yasası hazırlıkları başladı.Türkiye ekonomisindeki olumsuzlukların faturasının; yeni IMF reçeteleri, yeni vergiler ve zamlarla bir kez daha halka kesileceği anlaşılmıştır.

Başta sendikalar olmak üzere emeği temsil eden siyasi ve demokratik bütün kurumlar olarak ekonomideki olumsuzlukların faturasının halka kesilmesine karşı ortak tavır geliştirmeli, ortak mücadele platformları oluşturmalıyız. Değerli Arkadaşlar, Türkiye’de Avrupa Birliği uygulamalarıyla paralellik sağlamak amacıyla bugüne kadar iki Anayasa değişikliği ile yedi uyum paketi Meclis’ten geçmiştir. Anayasa değişiklikleri ile uyum paketleri içinde en az yer verilen alan, sosyal hukuk ve sosyal politika konuları olmuştur. Bu değişiklikler ve uyum paketleriyle Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunda ekonomik, demokratik, siyasi ve kültürel haklar açısından bir çok adım atılırken hükümet sosyal haklar konusunda adım atmamakta, sosyal uyumu içeren düzenlemeleri müzakere sürecinin sonuna atmayı planlamaktadır.

Geçtiğimiz günlerde gözden geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın adil ücret, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını içeren 4,5 ve 6.maddelerinin çekinceler konarak yasallaşması hükümetin bu konudaki tutumunu açıkça ortaya koymaktadır. Sendikamızın Avrupa Sosyal Şartı’nın çekincesiz imzalanması yönünde uzunca bir süredir izlediği politikanın da etkisiyle konfederasyonumuz Türk-İş, sosyal şartın çekincesiz imzalanması yönünde politika yürütmüş, 4,5 ve 6.maddelere konan çekinceler kalkıncaya kadar mücadele edeceğini açıklamıştır. Burada sendikal politikalar açısından üzerinde durulması gereken durum; hükümetin sosyal şartın çekincelerle imzalanacağını çok önceden açıklamasına rağmen, başta konfederasyonumuz Türk-İş olmak üzere emek platformunun hükümet üzerinde ciddi bir baskı oluşturamadığı gibi sosyal şart mecliste görüşülürken de tepkilerin ortaya konamamış olmasıdır. Yani gündemi belirleyen değil, belirlenen gündem üzerinden mücadelenin benimsenmesidir. Kamu Toplu İş Sözleşmeleri bu yılın başında yenilenecektir. Hükümetin 2007 kamu sözleşmelerinde gerek kazanılmış haklarımız, gerekse ücret artışları konusunda tutunacağı tavrı anlamak için IMF ile yapılan anlaşmalara ve kamu çalışanlarına önerdiği ücret zamlarına bakmak yeterli olacaktır.

Toplu İş Sözleşmesi prosedürleri, hükümetin kamu çalışanlarına yönelik yaklaşımı ve Toplu İş Sözleşmelerinin geç imzalanmasından dolayı geçmişte karşılaştığımız sorunlar da dikkate alınarak ve Türk-İş’in koordinasyonun da gecikmeksizin başlatılmalıdır. Bununla birlikte, kamu işyerlerinde örgütlü sendikaların bir araya gelerek, kazanılmış haklarımızı koruyan, geçmişin kayıplarını telafi eden ve ekonomik büyümeden pay alan bir sözleşme stratejisi en kısa sürede belirlenmelidir. Sendikamızın da çok ciddi katkılarıyla kamuda çalışan geçici işçilerin kadroya alınmaları için Türk-İş ile Hükümet arasında devam eden görüşmelerin artık sonuna yaklaşılmıştır. Temennimiz teknik açıdan devam eden bu çalışmaların en kısa sürede sonuçlanması ve hiçbir kısıtlamaya maruz kalmadan geçici işçi statüsünde çalışanların en kısa sürede kadroya alınmalarıdır. Geçici işçiler ile beraber 657 sayılı kanunun 4/C maddesi statüsünde çalışan özelleştirme mağdurları da çalıştıkları kurumların daimi kadrosun alınmalıdır. Yürürlüğe girdiği 1936 yılından beri çalışma hayatında üzerinde en çok konuşulan konu kıdem tazminatı olmuştur.

Sendikalar kıdem tazminatının geliştirilmesi yönünde politika izlerken, işverenler özellikle 1960’lı yılların başından günümüzde kadar kıdem tazminatının azaltılması ve giderek de kaldırılmasına ilişkin politikalar izlemişlerdir. Bu politikaların sonucunda kıdem tazminatı 1975 yılına kadar sürekli geliştirilmiş, 1980’de de ciddi kısıtlamalara maruz kalmıştır. Bugün ise, hem 4857 sayılı yasanın geçici 6. maddesine dayanarak, hem de IMF’nin dayatmalarıyla, sözde istihdam üzerindeki yükleri azaltmak bahanesiyle kıdem tazminatında fon uygulaması ve gün sayısının düşürülmesinin hesapları yapılmaktadır. Kıdem tazminatıyla birlikte bölgesel asgari ücret tartışmalarının gerçek nedeni, Türkiye’de işgücünün daha ucuz hale getirilmesidir. İş Kanunu çıkarken, SSK hastaneleri devredilirken, sosyal güvenlik yasaları çıkarken yeterli şekilde gösteremediğimiz tepkileri artık kıdem tazminatında göstermeliyiz.

Kıdem tazminatına sahip çıkmak ve bunu korumak Türkiye’de sendikaların varlığının da kanıtı olacaktır. Aksi halde, sendikaların varlığı ve işlevleri tartışma konusu olacaktır. 1.5 yıllık örgütlenme sürecinden sonra yetki aldığımız Novamed’de işveren sendikanın kalıcı olmasını engellemek amacıyla TİS imzalamaya yanaşmamıştır. İşverenin uzlaşmış bir tutum takınmasının nedeni ise; yetki için başvurduğumuz tarihten sonra baskılara dayanamayıp sendika üyeliğinden istifa edenler ve işyerine yeni işçi alınması nedeniyle sendika üyesi olmayanların çoğunluğu teşkil etmesidir. İşverenin beklentisi çalışanların yaklaşık 1/3’nin katılımıyla süren grevin uzun sürmeyeceği böylelikle TİS’in imzalanmayarak sendikanın yetkisinin düşmesidir.

Birçok yönden bu grev örgütümüz için önemlidir. Her şeyden önce Antalya Serbest Bölgesindeki diğer işyerlerine örnek olacak ve sendikamızın bölgede güçlenmesi beraberinde getirecektir. 25 bin petrol-iş üyesi bu grevin başarılı olması için üzerine düşeni yapacak, örgütümüz maddi manevi bütün gücüyle grevi başarıya ulaştırmak için uğraş verecektir.

Bu duygu ve düşüncelerle Merkez Yönetim Kurulu adına Başkanlar Kurulumuza başarılar diliyor, hepinize saygılar sunuyorum.

Mustafa Öztaşkın Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı